Kaçak
çalışan
yabancılar
Dedim
ya ben
direksiyon
özürlüyüm.
Araba
kullanamadığım
için
gideceğim
her yere
toplu
taşıma
araçlarını
kullanırım.
İstanbul
trafiği
malum
olduğu
üzere,
başka
araç
kullanmak
işkence
oluyor.
Kaybettiğiniz
zaman da
cabası…
Toplu
taşıtlarda
seyahat
etmek
aynı
zamanda
da
gözlem
zenginliği
yaratıyor.
Türkiye
gerçeklerine
birebir
şahit
olunabiliyor.
İşte ben
de
ülkemizin
işsizlik
sorununu
âdeta
katmerleyen
yabancı
işçi
çalıştırma
konusunda
bir
sohbete
dâhil
oldum.
Şöyle
ki;
Yanına
oturduğum
genç bir
erkek
sık sık
etrafına
bakınıyor
ve durak
anonslarına
dikkat
kesiliyordu.
Biraz da
telaşlı
bir hali
vardı.
Bir iki
durak
geçtikten
sonra
dayanamadım
ve
ineceği
durağı
sordum;
söyledi…
Durağa
daha çok
olduğunu,
ben daha
sonra
ineceğimi
ve ona
yardımcı
olacağımı
söyledim.
Çok
sevindi…
İstanbul’da
mesafeler
uzun.
Gençle
sohbete
koyuluyoruz.
Özbekistan’dan
gelmiş.
Soydaş
olmanın
ve aynı
dili
kullanmanın
rahatlığından
olsa
gerek-
bende
ona
biraz
fazla
sevecen
davranmış
olabilirim-
sohbet
koyulaştı.
Avcılar
da bir
mobilya
firmasında
çalışıyormuş.
Ailesi
de
İstanbul’daymış.
Kardeşleri,
akrabaları
hepsi
birer iş
bulmuşlar
ve
çalışıyorlarmış.
Oturma
ve
çalışma
izninin
olduğunu
söyledi.
Bütün
ailesinin
çalışmasına
ister
istemez
biraz
canım
sıkılmıştı.
Öyle ya,
bizim
gençlerimiz
işsiz
gezerken…
Kendimi
tutamadım
ve ne
kadar
ücret
alıyorsun
dedim.
“Bin
sekiz
yüz
lira”
dedi. O
zaman
sigortasız
çalışıyorsun
dedim.
Çünkü
asgari
ücretin
altındasın.
Bu
tutara
işçi
çalıştırılması
yasak...
Bu
durumda
senin
çalışma
iznin de
yoktur.
Biraz
şaşırdı.
“Sigortam
var ama
ülkemde
var”
dedi.
“Burada
sayılmıyor
mu?”
diye
sordu.
Sen bu
durumda
Türkiye’de
sigortasız
çalışıyorsun,
bu durum
senin
çalışma
izninin
olmadığını
gösteriyor
diye
tekrar
ettim.
Bu
sefer,
çalışma
izni
olmadığını
itiraf
etti.
Nasıl
alabileceğini
sordu.
Çalıştığınız
firma
müracaat
etmeli,
ya da
sizin
Türkiye’de
derneğiniz
var
sanırım,
onlardan
da
yardım
isteyebilirsin
dedim.
Burada
işin
ilginç
tarafı,
farklı
yerlerde
çalışan
akrabaları
da ayda
bin
sekiz
yüz lira
ücret
alıyorlarmış.
Bu
olayın
fotoğrafını
şöyle
çekebiliriz:
Yabancı
işçiler
ağırlıklı
olarak
çalışma
izni
olmadan,
sigortasız
ve
asgari
ücretin
altında
çalışıyorlar.
Hal
böyle
olunca
da
işverenler
kendi
vatandaşının
maliyetine
katlanmamak
için
yabancı
işçi
çalıştırmayı
tercih
ediyorlar.
Türkiye’de
beş
milyona
yakın
yabancı
olduğunu
ki çoğu
Suriyeli,
bunların
yaklaşık
üç
milyonunun
çalışabilecek
durumda
olduğunu
düşünecek
olursak,
(hepsi
olmasa
da)
Türkiye,
kaçak
işçi
çalıştırma
cenneti
olmuş
gibi
görünüyor.
Bizim
gençlerimiz
de iş
bulabilmek
ümidiyle
İŞKUR
önünde
uzun
kuyruklar
oluşturuyor.
Eskiden
Sosyal
Sigorta
Kurumu’nun
(SSK,
günümüzde
SGK) iş
müfettişleri
vardı.
Bunlar
her
sabah
işe
çıkar,
sessizce
firmalara
gelir,
işçilerle
konuşur,
işe ne
zaman
girdiklerini
ve
maaşlarını
not
ederlerdi.
Daha
sonra
personel
bölümüne
gelip
aldıkları
notları
bordrolar
ile
karşılaştırırlardı.
Sigortasız
çalışan
ya da
maaşı
düşük
gösterilen
bir işçi
tespit
edilirse,
firma,
geçmişe
dönük
olarak
ağır
pirim ve
cezalarla
karşı
karşıya
kalabilirdi.
Mimlenmiş
bir
firma
ise
müfettişlerin
âdeta
uğrak
yeri
olurdu.
Sigortanın
iş
müfettişleri,
iş
yerlerinin
korkulu
rüyasıydı.
Ama bu
sistem
sanırım
10 ya da
daha
fazla
süredir
işletilmiyor.
İş
müfettişi
diye bir
unvan
kaldı mı
bilmiyorum…
İşyerlerindeki
kaçak
işçiler
yetmezmiş
gibi,
siyahı,
beyazı,
melezi,
köprü
üstlerinde
cüzdan,
kemer,
elektronik
eşya vb.
tezgâhlar
da satış
yapıyorlar.
Onları,
zabıtanın
kovaladığına
da şahit
olmadık.
Bizim
gariban
seyyarları
acımasızca
kovalayan
zabıtalarımız,
bu
yabancıları
görmezden
geliyor
olsa
gerek…
Şimdi
birileri
ırkçılık
yapıyorsun
diyecek
ama
bunun
ırkçılıkla
bir
ilgisi
yok. Biz
kendimizi
doyuramazken
yabancıları
nasıl
doyuralım?
Neden bu
ülkenin
çocukları
işsiz
gezsin?
İstihdam
patlaması
sorunu
var da
bunu
yabancı
işçilerle
mi
gideriyoruz?
Geçin
bunları
bir
kalem…
Bizim
insanımız,
gencimiz,
üniversite
mezunumuz
işsiz ve
aç
geziyor…
**
Türkiye
de
denetim
mekanizmaları
çalıştırılmıyor.
Şikâyet
mekanizması
da
işlemiyor.
Bu durum
iş
dünyasını
da
kapsıyor.
Kaçak
işçi
çalıştırılması
konusunda
işveren
memnun...
Sonuçta
işçilik
maliyetleri
düşüyor…
Olan
Türk
ekonomisine
ve
gençlere
oluyor.
Kayıt
dışı
işlemler
artıyor.
Devletin
vergi
kaybının
yanı
sıra SGK’
da prim
kaybına
uğruyor.
Yabancı
(kaçak)
işçi
sorununa
bir
çözüm
bulunmalı.
Ya bu
insanlar
ülkelerine
geri
gönderilmeli
ya da
kaçak
çalışmalarına
izin
verilmemeli.
Bunun
için
ciddi
bir
devlet
politikası
gerekiyor.
Aksi
takdirde,
yabancı
istilasına
uğrayan
Türkiye’de
önlenemeyen
işsizlik
nedeniyle
beyin
göçü
daha da
artacak;
tabi
intiharlarda…
Yazık bu
ülkeye!
Tülay
Hergünlü
İstanbul,
14
Aralık
2019 |
Yaralı
diz
katliamı
ABD’de
Temsilciler
Meclisi’nde
Ermeni
Soykırımı
iddiaları
kabul
edilmiş.
Batılı
ülkelerin
siciline
baktığınız
zaman,
nasıl
bir
yüzsüzlük
ve
utanmazlık
ile
karşı
karşıya
olduğumuzu
anlamak
işten
bile
değildir.
Geçmişleri
soykırım
ve
cinayetlerle
dolu
olan bu
ülkelerin
Türkiye’yi
sözde
“soykırım”
ile
suçlamalarının
altında
yatan
gerçek
Türk
milletinin
malûmudur;
Böl,
parçala,
yönet…
Bunun
için
etnik ve
dinci
kimlikleri
kullanıp,
terörü
besliyorlar
ve
Türkiye’nin
üzerine
salıyorlar…
Bu
toprakların
üzerindeki
emellerinden
vazgeçmeyecekler…
Biz sözü
daha
fazla
uzatmadan
Amerika
Birleşik
Devletleri’nin
kanlı
geçmişine
ve de
Kızılderili
katliamlarına
şöyle
bir göz
atalım;
bakalım
bir
numaralı
soykırımcı
ülke
hangisiymiş!
ABD’nin
soykırım
sicilini
araştırdığımızda
Forrest
Carter’in
“Dağlardan
Sorun
Beni”
adlı
romanından
şöyle
bir
alıntıya
rastladık:
“Cochise,
Yıldızlı
Şef’le
tartışmıştı.
‘Hepimiz
için yer
var.
Vadinin
daha
ilerisinde
yaşayabiliriz.
Biz de
Amerika
Birleşik
Devletleri’nin
yurttaşı
olabilir,
kendi
topraklarımıza
sahip
olabilir
ve sizin
yaşayış
biçiminize
uyarız.’
Yıldızlı
Şef,
Cochise’e
uzun bir
süre
bakmış
ve yanıt
vermişti:
‘Amerika
Birleşik
Devletleri’nin
yurttaşı
olamazsınız.
Kendi
topraklarınız
olamaz.’
Cochise,
‘Neden?’
diye
sormuştu.
Yıldızlı
şef
omuzlarını
silkmişti:
Kızılderililer
halk
değil
yasa
böyle...”
Evet,
dünyanın
jandarmalığına
soyunan
ABD’ye
göre
kendisi
dışındaki
ülkelerin
halkları
halk
değildi;
onlar
katledilmeli,
köleleştirilmeli
ve
ABD’nin
çıkarlarına
hizmet
etmeliydi.
Zaten bu
ülkelerde
demokrasi
de
yoktu…
ABD’nin
bu
düşünce
tarzının
günümüzde
de hiç
değişmediğini
görüyoruz.
İşte
Felluce
katliamı…
Amerika’nın
yerlileri
olan
Kızılderililer,
sömürgeciler
kıtaya
varmadan
önce o
topraklarda
yaşamaktaydılar.
“Beyaz
adamlar”
Yeni
Dünya’ya
vardıklarında
dünyada
toplam
400
milyon
insan
yaşıyordu.
Bu
insanların
beşte
biri ise
bu
kıtadaydı.
Bugün
ABD’de
çok az
sayıda
yerli
yaşıyor.
Yani 80
milyon
Kızılderili’den
70
milyonu
öldürülmek
ve köle
olarak
satılmak
suretiyle
kıtadan
silindi.
Avrupalılar,
Amerikalı
Kızılderilileri
köle
olarak
satmak
için
gemilerle
Avrupa’ya
taşırlarken
bir
yandan
da
Afrikalıları
aynı
amaçla
Amerika’ya
taşıyorlardı.
İşte
ünlü
Amerikalı
aktör
Marlon
Brando’nun
1973
yılında
“Baba”
filmiyle
Oscar’a
layık
görüldüğü
ancak
“Yaralı
Diz”
katliamı
nedeniyle
reddettiği,
kendi
el
yazısıyla
kaleme
aldığı
ve ödül
töreninde
Kızılderili
yardımcısına
okuttuğu
konuşma
metninden
çarpıcı
bir
bölüm:
“200 yıl
boyunca
toprağı,
ailesi
ve özgür
olma
hakkı
için
savaşan
Yerli
halka
şöyle
dedik:
‘İndir
silahını
arkadaş
gel
birlikte
oturalım.
İndirirsen
eğer
silahını
arkadaş
senle
barıştan
söz
ederiz,
senin
hayrına
anlaşırız
birlikte.’
Silahlarını
indirdiklerinde
onları
katlettik
biz.
Onlara
yalan
söyledik.
Onları
topraklarından
koparmak
için
kandırdık.
Onları
açlığa
mahkûm
ettik ki
antlaşma
dediğimiz
ama
hiçbir
zaman da
andımıza
sadık
kalmadığımız
o hileli
anlaşmaları
zorla
imzalasınlar.
Onları,
yalnızca
yaşamın
anımsayacağı
kadar
uzun bir
süredir
yaşam
vermiş
bu
kıtada
dilencilere
döndürdük.
Ve
tarihi
istediği
kadar
çarpıtılmış
dahi
olsa,
nasıl
yorumlarsanız
yorumlayın;
biz
doğru
yapmadık.
Ne adil
davrandık
ne de
dürüst…”
Bu
sözler
ABD’nin
geçmişindeki
Kızılderili
soykırımının
kendi
vatandaşı
tarafından
itirafıdır.
Bir de
zenci
düşmanı
ve ırkçı
örgütlerin
babası
sayılan
Klu
Klux
Klan
örgütü
var.
Sicilinde
soykırım
ve
köleleştirme
olmayan
tek
devlet
Türkiye
Cumhuriyeti
Devleti’dir.
Tarihi
çarpıtarak,
gerçekleri
yok
sayarak
iç
siyasetlerine
ve
emperyalist
çıkarlarına
malzeme
yapanlar
bir gün
kendi
halklarının
ve
tarihin
önünde
utanç
içerisine
düşeceklerdir…
“(...)
Beyaz
adam;
anası
olan
toprağa
ve
kardeşi
olan
gökyüzüne,
alınıp
satılacak,
işlenecek,
yağmalanacak
bir şey
gözüyle
bakar.
Onun bu
ihtirasıdır
ki;
toprakları
çölleştirecek
ve her
şeyi
yiyip
bitirecektir.”
Gelelim
ABD’ nin
soykırım
olarak
nitelendirilebilecek
yakın
tarih
katliamlarına:
70
milyon
Kızılderili
katledildi.
15
milyon
Afrikalı
köleleştirildi,
35
milyon
Afrikalı
işkence
ve kötü
muamele
nedeniyle
öldü.
Japonya’ya
attığı
iki atom
bombası
sonucunda
350 bin
kişi
öldü.
Binlerce
insan
sakat
kaldı.
Vietnam’da
3 milyon
sivil
öldürüldü.
ABD,
portakal
gazı ve
napalm
gibi
kimyasal
silahlar
kullandı.
Kuzey
Kore’de
bombalamalar
sonucunda
4
milyona
yakın
insan
öldü.
Küba’da
60 bin
kişi ABD
destekli
Batista
birliklerince
katledildi.
Almanya,
Dresten’de
200 bin,
Guetamala’da
200 bin,
Kamboçya’da
1
milyon,
Afganistan’da
1,5
milyon,
(150
bini
sivil),
Irak’ta
1 milyon
ve
Suriye’de
terör
örgütü
PKK/YPG’
ye
verdiği
silahlarla
binlerce
insanın
ölümüne
yol
açtı.
(Sözcü
Gazetesi)
Tarihi
gerçekler
gösteriyor
ki ABD,
dünyanın
en büyük
soykırımcı
ve
katliamcı
ülkesidir.
Güçlü
ekonomisi
ve dünya
üzerindeki
“jandarmalık”
görevi
bu
gerçeklerin
üzerini
örtememektedir.
Marlon
Brando’nun
dediği
gibi;
ABD ne
adil
davranmıştır,
ne de
dürüst…
Türkiye
için ise
asla
güvenilmeyecek
sözde
bir
müttefiktir.
Tülay
Hergünlü
1 Kasım
2019 |
Bir
destanın
şafağıdır
Cumhuriyet
Cumhuriyet;
Tarihi
değiştiren
muhteşem
bir
şahlanışın
hayranlık
uyandıran
öyküsüdür.
Çanakkale’dir…
Gelibolu’dur…
Nusrat’tır...
Yenilmez
Armada’nın
darmadağın
edilmesidir…
Arıburnu’dur…
Seddülbahir’dir…
Anafartalar’dır...
Conkbayrı’dır…
Kireçtepe’dir…
“Ben
size
savaşmayı
değil
ölmeyi
emrediyorum”
Uğrunda
ölünendir…
Çanakkale’den
geçirtmeyen
bir
direniştir.
Bandırma
Vapuru’dur…
Samsun’da
yakılan
özgürlük
meşalesidir…
“Milletin
tek
vücut
olup,
egemenlik
esasını,
Türklük
duygusunu
hedef
kabul
ettiği”
bir
kararlılıktır…
Amasya’dır;
“Milletin
bağımsızlığını,
yine
milletin
azim ve
kararı
kurtaracaktır.”
Erzurum’dur,
Sivas’tır...
“Vatan
bir
bütündür,
parçalanamaz.“
Misak-ı
millî’dir…
İstanbul’dur…”Türk
Milleti
medeni
kabiliyetinin,
hayat ve
istiklal
hakkının
ve bütün
istikbalinin
müdafaasıdır.”
16 Mart
şehitleridir…
İnönü’dür…
“Milletin
makûs
talihinin
yenildiği”
yerdir.
Tekâlif’i
Milliye’dir…
Halkın
neyi var
neyi
yoksa
bağışladığı
topyekûn
bir
mücadeledir…
Sakarya’dır…
“Hatt-ı
müdafaa
yoktur.
Sath-ı
müdafaa
vardır.
O satıh
bütün
vatandır.
Vatanın
her
karış
toprağı
vatandaşın
kanıyla
sulanmadıkça
terk
olunamaz”
26
Ağustos’tur…
Büyük
Taarruz’dur…
Dumlupınar’dır...
Başkomutanlık
Meydan
Muharebesi’dir…
“İlk
hedefiniz
Akdeniz’dir...
İleri!”
9
Eylül’dür…
İzmir’dir;
dağlarında
çiçek
açan...
Kadifekale’dir;
surlarında
ay
yıldızlı
al
bayrağımızın
dalgalandığı...
Anadolu
ve
Rumeli
Müdafaa-i
Hukuk
Cemiyeti’
dir,
Kuvay-i
Milliye’dir.
Hamza
Grubu’dur…
Karakol
Cemiyeti’dir…
Mim- Mim
Grubu’dur…
Nene
Hatun’dur…
Erzurumlu
Kara
Fatma’dır…
Şerife
Bacı’dır…
Nezahat
Onbaşı’dır…
Halime
Çavuş’tur…
Hafız
Selman
Hanım’dır…
Gördesli
Makbule’dir…
Çete
Emir
Ayşe’dir…
Satı
Çırpan’dır…
Tayyar
Rahmiye’dir…
Asker
Saime’dir…
Melek
Hanım’dır…
Halide
Edip’tir…
Elif’in
kağnısıdır…
Bebesinin
üzerindeki
battaniyeyi
alıp,
mermisini
saran
anadır…
“Verdiğim
sözü
yerine
getiremediğim
için
yaşayamam”
diyerek
beylik
tabancasıyla
intihar
eden,
Miralay
Reşat
Bey’dir.
Yarbay
Nazım
Bey’dir…
Seyit
Onbaşı’dır…
Seyit
Ali
Çubuk’tur…
İlk
kurşundur;
Hasan
Tahsin’dir…
Antepli
Şahin
Bey’dir…
Başını
veren
Kubilay’dır…
Sütçü
İmam’dır…
Nurettin
Paşa’dır…
Yenibahçeli
Şükrü’dür…
Yüzbaşı
Seyfettin’dir…
Yarbay
Nazım
Bey’dir…
Yörük
Ali
Efe’dir…
Köprülülü
Hamdi’dir…
Yahya
Kaptan’dır…
Eyüp
Bey’dir…
Börekçizade
Rıfat
Efendi’dir…
TBMM’
dir…
“Millet
mukadderatını
doğrudan
doğruya,
eline
aldığı
ve milli
saltanat
ve
hâkimiyetin
bir
şahısta
değil,
bütün
fertleri
tarafından
seçilmiş
vekillerden
oluşan
yüce bir
Meclis’tir…
Milletin
saltanat
ve
hâkimiyet
makamıdır.”
Dokuz
ilke’dir…
Ata’nın
yıllarca
gönlünde
gizlediği
sır’dır...
Can
verip,
kan
akıtılan;
gözyaşı
ve kanla
sulanan
vatan
toprağıdır...
Kız
kardeşimizin
gelinliği,
şehidimizin
son
örtüsüdür;
Ay
yıldızlı
al
bayraktır…
Vatan’dır…
Fatma’nın
namusu,
Mehmet’in
onurudur…
Esir
halkların
sığınağı,
kimsesizlerin
kimsesidir…
Kadınlarımızın
özgürlüğüdür...
İlimdir,
fendir;
Aydınlanma
savaşçılarının
sönmeyen
ışığıdır…
Atamızın
en büyük
mirasıdır...
Bir
destandır…
Türk
milletinin
kurtuluş
destanının
şafağıdır,
Cumhuriyet...
Cumhuriyet,
Atatürk
demektir,
Türk
Milleti
demektir,
biz
demektir…
“Türkiye
Cumhuriyeti
ilelebet
payidar
kalacaktır”
Vazgeçmeyiz!
***
Cumhuriyetimizin
96. yılı
kutlu
olsun!
Başkomutan
Gazi
Mustafa
Kemal
Atatürk
ve silah
arkadaşları
ile
gelmiş
geçmiş
tüm
şehit ve
gazilerimize
rahmet
diliyorum.
Vatan
onlara
minnettardır…
Tülay
Hergünlü
İstanbul,
28 Ekim
2019 |
Bebelere
Kumbara
Fon
Yıl
1986;
Konut
Edindirme
Yardımı
(KEY)
uygulamaya
alındı.
Çalışanların
ücretlerinden
belli
bir
oranda
paranın
kesilmesiyle
işleyen
fonda
toplanan
bu
paralar,
belli
bir süre
sonunda
kolayca
ev
sahibi
olması
için
çalışanlara
faiziyle
birlikte
geri
ödenecekti.
Yıl
1988;
Tasarrufu
Teşvik
Fonu (TTF)
(halk
arasında
Zorunlu
Tasarruf
Kesintisi)
getirildi.
Söz
konusu
fon,
tıpkı
KEY gibi
yine
işçi
ücretlerinden
belli
oranlarda
yapılan
kesintilere,
işveren
katkısı
da
eklenerek
Ziraat
Bankası’nda
açılan
hesaplara
yatırılmak
suretiyle
uygulanacaktı.
TTF,
çalışanların
“Tasarrufa
Teşvik
Edilmesi
ve Bu
Tasarrufların
Değerlendirilmesi”
amacıyla
kurulmuştu.
Turgut
Özal
iktidarının
icraatları
olan bu
fonlara
ne oldu
diye
sorulacak
olursa;
büyük
bir
kısmı
buhar
olup
havaya
uçtu.
Yıllar
sonra,
sadaka
miktarı
tutarlar
halinde
vatandaşa
geri
ödenerek
tasfiye
edildi.
Anlayacağınız,
ücretlerinden
cebren
kesilen
bu
paralar
vatandaşın
hiç bir
işine
yaramadı.
2000
yılı
geldiğinde
hayatımıza
yeni bir
fon daha
girdi:
“İşsizlik
Fonu”
İşini
kaybeden
işçilerin
güvencesi
olarak
planlanan
İşsizlik
Fonu
için
işçinin
ücretinden
her ay
belli
bir
oranda
kesinti
yapılarak
fona
aktarılacaktı.
Fon’a
işveren
ve
devlet
de belli
oranlarda
katkı
sağlayacaktı.
Tasarruf
Fonu’na
benzeyen
bu
uygulamada
tek
fark,
işsizlere,
işten
çıkarıldıkları
takdirde
belli
bir süre
para
ödemesi
yapılacak
olmasıydı.
Kendi
isteğiyle
işten
çıkan
işçiler
ise
ücretlerinden
kesinti
yapılmasına
rağmen
bu
fondan
yararlanamayacaktı.
Gelinen
noktada,
İşsizlik
Fonu’nda
biriken
paraların
çok
cüz’i
bir
kısmı
işsizlere
aktarılmakta,
kalanı
ise
iktidarın
inisiyatifine
bırakılmaktadır.
Kâğıt
üzerinde
var
görünen
İşsizlik
Fonu’nun,
bu
parasızlıkta
çatır
çatır
harcandığını
tahmin
etmek
zor
olmasa
gerek…
Yıl
2019;
Maliye
Bakanı
açıkladı:
“Yeni
Doğan
Çocuğa
Banka
Katılım
Finans
Hesabı”
getirilecekmiş.
Yeni bir
Fon
olayı
yani…
Buna
göre her
yeni
doğan
çocuğa
banka
veya
katılım
finans
şirketi
hesabı
açılarak,
finansal
sisteme
katılım
ve
tasarruf
erken
yaşta
teşvik
edilecekmiş.
Eskiden
bankalar
çocuklara
kumbara
verir
bir de
kumbara
hesabı
açarlardı.
Zorunluluk
yoktu.
Ailelerin
tercihine
kalmıştı.
Anladığımız
kadarıyla
yeni
sistem
böyle
değil.
Burada
zorunluluk
söz
konusu...
Yani,
çocuğunuz
mu oldu,
hemen
bir
banka
hesabı
açacaksınız
ve
kumbara
yerine
paraları
banka ya
da
katılım
şirketine
atacaksınız.
Bir nevi
Bebelere
Kumbara
Fonu…
Burada
önemli
bir
ayrıntı
var;
bebekler
18
yaşına
gelene
kadar
ebeveynler
bu
hesaba
dokunamayacaklarmış.
Sonuçta
paralar
bankalarda
toplanacak.
Hal
böyle
olunca
da
ebeveynler
dışında,
birilerinin
serbestçe
dokunabileceği
yeni bir
kaynak
daha
yaratıldığını
söylemek
çok da
yanlış
olmasa
gerek…
Tıpkı
bundan
önceki
fon
hesaplarında
olduğu
gibi,
vatandaşa
geri
dönüşü
olmayacak
ve yine
vatandaşın
yani
ana-babaların
cebinden
çıkan
paralarla
doldurulacak
yeni bir
fon…
Deniz
bitti,
paralar
suyunu
çekti.
Zamanlama
manidar…
Kim
bulduysa
tebrik
etmek
gerek…
Tülay
Hergünlü
İstanbul,
6 Ekim
2019 |
Türk
Hava
Kurumu
(THK)
Yaz
aylarında
meydana
gelen
orman
yangınları
ile
biraz
daha
nefessiz
kalan
Türkiye’de
bu yıl
her
zamankinden
fazla
orman
yangını
meydana
geldi.
Yangınlar
farklı
noktalarda
eş
zamanlı
olarak
başlıyor.
İzmirliler,
2 gün 5
saatte
söndürülebilen
Karabağlar
yangınının
aynı
anda
altı
yerde
çıktığını
iddia
ediyorlar.
Yangınlara
ne yazık
ki
zamanında
müdahale
edilemiyor.
Müdahale
edilse
bile
kısa
zamanda
söndürülemiyor.
İddialara
göre
orman
bakanlığı
yangın
söndürme
işini
özel bir
şirkete
vermiş.
Bu
şirket,
yurt
dışından
kiraladığı
helikopterlerle
söndürme
çalışmalarına
katılıyormuş.
Helikopterlerin
hızının
ve su
kapasitesinin
az
olduğunu
söyleyen
uzmanlar,
bakanlığın
neden,
dünyanın
en büyük
yangın
söndürme
filosuna
sahip
olan
Türk
Hava
Kurumu’nun
(THK)
uçaklarını
kullanmadığı
sorularına
Orman
Bakanı
şöyle
cevap
veriyor:
“El
atından
20
uçakları
olduğunu
söylüyorlar.
Hani
nerede?
Apronda
6 uçak
gözüküyor.
3'ünün
motoru
yok.
Vizontele’de
bir
sahne
var ya
‘baba
motor
yok’
diyor.
Aynen
öyle...
THK
siyasetin
oyuncağı
haline
dönmüş
durumdadır.
Ana
muhalefet
partisi
ile
birlikte
hareket
ediyor.
… THK’'nın
verdiği
sertifikaların
hiçbirine
güvenmiyorum.
THK
siyasetin
oyuncağı
olmuş
durumdadır.
Ana
muhalefetin
oyuncağı
olmuş.”
20 yıl
THK’ da
söndürme
pilotu
olarak
çalışan
Günay
Ciyavul
bakanı
yalanlayan
bir
cevap
verdi: “Şu
anda
havalanmaya
hazır 5
uçak
pistlerde
bekliyor,
bir
tanesi
İzmir’de”
Anladığımız
kadarıyla
THK’ da
âtıl
hale
getirilerek
kaderine
terk
edilmiş;
önceki
millî
değerler
gibi.
Tartışmaları
bir
kenara
bırakalım
ve THK’
na neden
karşı
olduklarını
anlatalım:
“Mustafa
Kemal
Atatürk’ün
emirleriyle
ilk
olarak
“Türk
Tayyare
Cemiyeti’
kurulur.
(1925)
Onu,
“Tayyare
Makinist
Mektebi”
takip
eder.
(1926)
Türkkuşu
ise 1935
yılında
kurulur.
Önce
planör
okulu,
ardından
paraşüt
okulu
faaliyete
geçer.
Abdurrahman
Türkkuşu,
Rusya’ya
paraşütçülük
eğitimine
gönderilir.
Rusya’dan
dönüşünde
ise ilk
Paraşüt
Okulu
Müdürü
olarak
atanır.
Kendi
adına
ilk
paraşütle
atlayışını
gerçekleştirir.
Türkiye’de
yapılan
ilk
paraşütle
atlama
tarihi
1926’dır
ve
Almanlarla
birlikte
Ankara’da
gerçekleştirilmiştir.
Vecihi
Hürkuş
yönetiminde
havalanan
uçaktan
atlayan
kişi de
bir
Alman
paraşütçüdür.
Atlamayı
izleyenler
arasında
Atatürk’te
vardır.
İlk
paraşüt
kursu
ise 1956
yılında
açılacaktır.
İlerleyen
yıllarda
Türkkuşu,
askerî
pilot
eğitimini
zamanla
Türk
Hava
Kuvvetleri’ne
devredecektir.
Bu yıl
ayrıca
Tayyare
Okulu
adı ile
motorlu
uçak
okulu
açılır
ve Türk
Silahlı
Kuvvetleri
için
pilot
yetiştirmeye
başlanır.
Dünyanın
ilk
kadın
savaş
pilotu
Sabiha
Gökçen,
Tayyare
Okulu’nun
ilk
öğrencilerinden
olur...
Türkkuşu,
94
yıllık
varlığını
günümüzde
Türk
Hava
Kurumu
(THK)
olarak
sürdürmektedir.”
Evet,
THK’ nın
kısa
tarihine
bakacak
olursak
bizzat
Mustafa
Kemal
Atatürk’ün
emriyle
kurulmuş
olduğunu
görüyoruz.
Onlar,
Mustafa
Kemal
Atatürk
ve
Cumhuriyet'i
çağrıştıran
her şeye
karşılar…
Olay
budur!
Tülay
Hergünlü
İstanbul,
22
Ağustos
2019
|
Tarihi
buluşmadan
aklımda
kalanlar
Türk
ekranları
17 yıl
sonra
bir
demokrasi
şenliğine
ev
sahipliği
yaptı.
İstanbul
Büyükşehir
Belediye
(İBB)
başkan
adayları
Ekrem
İmamoğlu
ve
Binali
Yıldırım
birlikte
programa
çıktılar.
Sürelerinin
elverdiği
ölçüde,
düşüncelerini
söylediler,
taahhütlerini
sıraladılar.
(Üç
dakikalık
söz
hakkı
ise kim
akıl
etmişse
amacına
ulaşmış
olmalı;
çok
kısaydı.)
Bunlar
çok
güzel
olaylar.
Bu
görüntüleri
özlemişiz.
İnşallah
bu
programlar
tekrar
edilir.
Böylece
vatandaş
her iki
tarafı
da eşit
şartlarda
izleyebileceği
için
kafasındaki
düşünceler
netleşir,
fikirleri
yer
değiştirir.
Bu
programlar
aynı
zamanda
da
insanları
yumuşatıp,
ülkedeki
kutuplaşmayı
ortadan
kaldırır,
ülkeye
huzur
getirir.
Öncelikle
hakkını
teslim
etmek
adına,
dün
akşamki
programın
gerçekleşmesinde
Ekrem
İmamoğlu’nun
payını
unutmamak
gerek.
Aday
olduğu
ilk
günden
itibaren
sergilediği
nefret
söylemlerinden
uzak,
kucaklaştırıcı
tavrı,
güler
yüzü ki
ben ona
“gülünce
gözlerinin
içi
gülüyor”
diyorum,
bu
konuda
etkin
rol
oynamıştır.
Binali
Yıldırım’ın
“zoraki
de olsa”
daveti
kabul
etmesi
yine de
olaya
bir
güzellik
katmıştır.
Ekrem
İmamoğlu’nun
Türkiye’yi
gülümseten;
çocukları,
gençleri,
kadınları
coşturan
bu
tavrı,
iktidar
mensuplarında
da bariz
değişikliklere
yol
açmıştır.
31 Mart
öncesi
kara
propaganda
ve
nefret
söylemleri
bir
nebze de
olsa
terk
edilmiştir.
Cumhurbaşkanı,
olması
gerektiği
gibi
geri
plana
çekilmiştir.
“Beka
sorunu”
yerini
“Yunan,
Pontus,
Konstantinopolis”
iftiralarına
bıraksa
da
İmamoğlu’nun
davranışları
karşı
tarafta
rol
model
olmaya
devam
etmektedir.
Programın
sonunda
“Birlikte
aile
fotoğrafı
çektirelim”
sözü
üzerine
Yıldırım’ın
“Ben de
sizi
çaya
davet
ediyorum”
demesi
bu
davranışın
örnek
alındığının
açık
göstergesidir.
Gelelim
programa.
Ekrem
İmamoğlu
program
boyunca
samimi
ve biraz
da
heyecanlıydı.
Dersini
iyi
çalışmıştı.
Kadın
çocuk ve
gençlik
ile
işsizlik
üzerine
gerçekleştirmek
istediği
vaatlerini
sıralarken,
heyecanı
gözlerden
kaçmadı.
Binali
Yıldırım
ise
gergindi
ve zaman
zaman
kural
dışı
olarak
rakibinin
sözünü
kesmeye
çalıştı.
Vaatleri
biraz
havada
kaldı.
Özellikle
gençlere
“10 GB
ücretsiz
internet
erişimi
alacaklar.
Müzeler
ve
tiyatrolar
bütün
gençlere
ücretsiz
olacak.
Öğrencilere
kırtasiye
desteği
var.
…Motosikletle
geçişler
her iki
köprüden
bedava
olacak…”
gibi
vaatler
sadece
tebessüm
ettirdi.
Ayrıca
Binali
Yıldırım’ın
“biyoteknoloji
vadisi,
teknoloji
üssü,
büyük
verinin
işlenmesi
ve yapay
zekâ
merkezi”
olarak
adlandırdığı
büyük
projeler,
bir
belediyenin
tek
başına
hayata
geçirebileceği
projeler
değildir.
Bu
projeler
ancak
merkezi
hükûmetin
desteğiyle
gerçekleştirilebilir.
Binali
Yıldırım
fırsat
buldukça
CHP’ yi
suçlamaktan
da
kendini
alamadı.
Seçimlerin
CHP
yüzünden
yenilendiğini
ve
dikine
betonlaşmanın
CHP’ li
ilçelerde
olduğunu
söyledi.
Keşke
İmamoğlu,
Büyük
projelere
İBB’ den
ve Çevre
ve
Şehircilik
Bakanlığı’ndan
ayrıcalıklı
imar
izinleri
verildiğini,
kupon
arazilerin
üzerinde
tek
yetkinin
Cumhurbaşkanı’nda
olduğunu
hatırlatsaydı.
Keşke
İstanbul’da
on yedi
yıl
öncesine
kadar
tarihi
dokuyu
bozacak
kadar
dikine
betonlaşmanın
olmadığını,
sahillerin
dev
bloklara
kurban
edilmediğini
söyleseydi
ve
İstanbul’da
neden
son on
yılda bu
yapıların
mantar
gibi
çoğaldığı
sorusunu
sorsaydı...
Ayrıca,
Süleymaniye’nin
siluetini
bozan
yapıların
bulunduğu
Zeytinburnu
ilçesinin
de AKP’
li
olduğunu
o zarif
üslubuyla
hatırlatsaydı...
Aklına
gelmedi
sanırım.
Sözün
kısası
25
yıldır
İstanbul’u
yöneten
zihniyetin
hâlâ,
“dikine
betonlaşmayı
önleyeceğiz,
yeşil
koridorlar
açacağız,
dereleri
ihya
edeceğiz,
ulaşımı
rahatlatacağız,
trafik
sorununu
çözeceğiz,
babalar
evine
yarım
saat
erken
gidecek,
her
mahalleye
çocuk
parkları
kuracağız
(İmamoğlu’nun
beş yıl
belediye
başkanlığı
yaptığı
Beylikdüzü’nde
her
mahallede
bir
çocuk
parkı ve
çamlıklarda
yürüyüş
yolları
mevcut)
ve
benzeri
vaatleri
karşısında
insan şu
soruyu
sormadan
edemiyor;
“Bu güne
kadar
neredeydiniz?”
Nitekim
İmamoğlu
bu
vaatlere
çok
anlamlı
bir
cevap
verdi:
“Bugün
vaat
verme
pozisyonu
bize
aittir.
Siz 25
yıla
yakındır
yönetimdesiniz.
O
anlamda
vaat
bize
yakışır.
Siz bir
şey
yapmamışsanız
eylemleriniz
yetersiz
değilse
ve bugün
bunları
vaat
haline
getirmişseniz
bu
mutluluk
vericidir.
Bizdeki
açıklamaların
takip
ediliyor
olması
bizim
söylemlerimiz
üzerine
oturmuştur.
“
Bence
programın
en can
alıcı
tartışması
İBB’ de
ki israf
konusu
ve
Binali
Yıldırım’ın
Sayıştay
raporundaki
çelişkisiydi.
Fox TV
moderatörü
İsmail
Küçükkaya’nın
“Bir
Sayıştay
raporu
var. Son
5 yılda
753
milyon
bir
zarardan
bahsediliyor.
Son
zamanlarda
çok
tartışma
konusu
vakıflara
ayrılan
son 1
yılda
308
milyon
lira.
Belediye
başkanı
olunca
siz
nasıl
yapacaksınız?”
sorusu
üzerine
Binali
Yıldırım:
“Sayıştay
raporunu
gördünüz
mü
İsmail
Bey.
Sayıştay
raporunda
öyle bir
rakam
yok. 108
milyon
mu ne.
Bu
yalan.
Yalan
olduğu
İstanbul
Büyükşehir
Belediyesi
tarafından
açıklandı”
sözleriyle
cevap
verdi.
Küçükkaya
raporu
okumadığını
gazetelerden
takip
ettiğini
söyledi.
Ancak
Ekrem
İmamoğlu
Sayıştay
raporunu
hem
okumuş
hem de
yanında
getirmişti.
Çantasından
çıkardı
ve
kameraya
doğrultarak;
“İstanbul’un
en büyük
sorunu
yoksulluk.
Kul
hakkı
meselesini
çok
önemsiyoruz.
Sayıştay
denetiminden
çıkan
raporu
arzu
ederse
Sayın
Yıldırım’a
takdim
ederim.
İETT ve
İSKİ’ de
753
milyon
TL’ye
ulaştığını
söylüyor.
Yanıltılmış
olabilir,
aldatılmış
olabilir.
İstanbul’un
bilboardlarına
cevap
yazdılar.
Şu an
bir
seçim
süreci,
bunu
kimler
asıyor.
23
Haziran’dan
sonra
ona
karar
verir.
Sadece
İBB’ye
ait,
ihtiyaç
fazlası
araç
kullanma
1810
araç. 7
personele
bir
binek
araç
düşüyor.
Tasarruf
yapacağız,
ekonomik
seferberlik
başlatacağız.
“
sözleriyle
cevap
verdi.
Dersine
iyi
çalışmıştı
ve işin
en
ilginç
yanı,
“Sayıştay
raporunda
öyle bir
rakam
yok. 108
milyon
mu ne”
diyerek
hem
İmamoğlu’nu
hem de
raporu
yalanlamaya
çalışan
Binali
Yıldırım’ın,
Sayıştay
raporunu
okumadığını
programda
itiraf
etmesiydi…
Vatandaş
olarak
bize de
sormak
hakkı
düşmez
mi? Kim
yalan
söylüyor?
Programı
harfi
harfine
analiz
edemem
elbette
ama
şunları
söyleyebilirim:
Ekrem
İmamoğlu
samimiydi
ve kendi
vaatlerini
anlattı.
Kısaca
Ekrem
İmamoğlu
bizzat
kendisiydi.
Binali
Yıldırım,
samimi
değildi,
zoraki
bir
üslupla
konuştu.
Kendisi
değildi,
iktidarı
temsil
ediyordu.
Bu tavrı
hem
sözlerine
hem de
vücut
diline
yansıdı.
İktidarın
geçmişte
yaptıklarını
anlattı.
Hatta
İzmir’de
Ulaştırma
Bakanı
iken
yaptıkları
projelerden
bahsetti.
Vaat
ettiği
projeleri
ise
büyük
ölçüde
yine
iktidarın
yani
merkezi
hükûmetin
yapabileceği
projelerdi.
İnandırıcılıktan
uzaktı.
Belki de
baskı
altında
olduğu
için
böyleydi.
Kim
bilir,
belki de
İmamoğlu
kadar
özgür
olsaydı
karşımızda
daha
samimi
ve içten
bir
Binali
Yıldırım
görebilirdik.
Sonuç
olarak
Ekrem
İmamoğlu
gerçekti,
Binali
Yıldırım
temsilciydi…
Yine de
bir
vatandaş
olarak
her
ikisine
de bize
bir
demokrasi
şöleni
yaşattıkları
için
teşekkür
ediyorum.
23
Haziran
tarihinin
demokrasimiz
ve
İstanbul
halkı
için
iyilikler
getirmesini
diliyorum.
Hak
yerini
bulacak
ve her
şey çok
güzel
olacak
diyorum
ve
buradan
gençlere
sesleniyorum,
kankanızı
iyi
seçin!
Tülay
Hergünlü
İstanbul,
17
Haziran
2019 |
Kur’an yine göklere
çekildi
Yıllarca Kur'an'ı,
anlamını bilmeden ve
Arapça olarak
yüzeyden okumaya
zorlandık. Darda
kaldığımızda, bir
dileğimiz olduğunda
ya da bir yakınımız
öldüğünde
ezberlediğimiz
duaları mırıldanır,
kendimizi iyi
hissederdik. Hatta
bendeniz, dualarımın
arasına ilkokula
giderken öğrendiğim
Tebbet Suresini’ de
almıştım, naçizane…
Ne büyük bir
cahillik…
Yıllar sonra aklım
başıma geldiğinde ve
surenin anlamını ilk
kez okuduğumda küçük
bir şok geçirdim.
Şöyle başlıyordu
dua: “Ebû
Leheb'in elleri
kurusun. Zaten
kurudu.” İyi de
Ebu Leheb’in
ellerinin
kurumasının bana ve
geçmişlerime ne
faydası olabilirdi
ki! Zaten, Kur’an’ın
bizzat kendisinden “Bu
kitabın ölülere
değil, dirilere
indiğini”,
mezarlık kitabı
olmadığını da
öğrendikten sonra...
Neyse ki Tebbet
Suresi’nin,
olaylardan/kıssalardan
ders almam gereken
surelerden biri
olduğunu öğrendikten
sonra düşüncelerim
tamamen değişti de,
Kur’an ayetlerini
anlamını bilmeden,
papağan gibi
tekrarlamaktan
kurtuldum.
Şimdi bir düşünelim;
Türkiye'de kaç
Müslüman benim
geçmişte düştüğüm
hataya düşerek
anlamını bilmediği
duaları kendisi ya
da geçmişleri için
okuyor? Binlerce
hatta milyonlarca
diyebilir miyiz?
Peki, bu şekilde
okunan Kur’an’ın
Müslüman dünyaya ve
de insanlığa bir
faydası dokunur mu?
İçinizden
bazılarının “Güzel
diyorsun da Araplar,
okuduklarını anlıyor
ama onların da
durumu ortada”
dediğini duyar
gibiyim. Evet,
Arapların durumu
daha da feci… Onlar
kendi dillerinden
okumalarına rağmen
Kur’an’ın ne demek
istediğini
anlamıyorlar çünkü
anlamak
istemiyorlar.
Anlasalardı,
dünyanın jandarması
ABD değil, petrol
zengini Araplar
olurdu. Ay’a ilk
uzay aracını da
Araplar gönderirdi…
Müslüman Türk
dünyasına gelecek
olursak; Osmanlı’ya
hiç girmeyeceğim,
Cumhuriyet
döneminden
başlayacağım.
Mustafa Kemal
Atatürk,
Cumhuriyet’in ilk
yıllarında Kur’an’ı
Türkçe’ye tercüme
ettirerek büyük bir
devrim
gerçekleştirmiştir.
Ancak “şer odakları”
hemen harekete
geçerek, Türk
halkının kendi
kitabını kendi
dilinden
öğrenmesinin
yollarını birer
birer
kapatmışlardır.
Bunun için de bazı
siyasileri
kullanmışlardır.
Onlarda koltuk
uğruna ve oy
devşirmek adına
yapılanlara göz
yummuşlardır.
Kur’an’ın Türkçe
okunmasının önüne
geçebilmek için
günümüzde de
gayretler devam
etmektedir.
Kur’an’ı anlamak
için kendi
dilimizden okumamız
gerek dedik ama
gelin görün ki
çevirilerin
hiçbirisi birbirini
tutmuyor. Birinin
“ak” dediğine bir
diğeri “kara”,
diğeri “gri” diyor.
Onlarca tercüme-meal
okusak da bazı
ayetlerdeki soru
işaretleri
giderilemiyor.
Özellikle de
kadınlar, miras ve
şahitlik konusunda
din âlimlerinde
birliktelik
oluşmuyor. Mesela,
kadınların
başörtüleri,
hırsızın elinin
kesilmesi gibi
konularda tam bir
uzlaşı bulunmuyor.
Bunun gibi çok
sayıda üzerinde
uzlaşılamamış ayet
var. Oysaki Yüce
Allah, kitabında “Doğru
bilgiye ulaşılsın
diye Kur’an’ı
kolaylaştırdık. O
bilgiye ulaşan var
mı?”diyor. Başka
ayetlerde de Kur’an
kendisini “Apaçık
bir kitap”
olarak tarif ediyor.
Kur’an apaçık ve
kolaylaştırılmış bir
kitap ise ki
Rabbimiz öyle
söylüyor, İslam
âlimleri olduğunu
iddia edenler neden
o’nu anlaşılmaz
kılmaya
çalışıyorlar? 30-40
yıl Kur’an ile iç
içe yaşamış, bu
uğurda saçlarını
ağartmış günümüz
âlimlerinin büyük
çoğunluğu dahi kendi
düşüncelerinin doğru
olduğunu iddia
ediyor. Kimisi de
“Doğrusunu Allah
bilir” diyerek topu
Allah’a atıyor.
İhtilaflı konularda
bir araya gelip
fikir birliğine
varabilmek için
şöyle uluslararası
bir komisyon kurulsa
ve ülkelerin din
âlimleri bir araya
gelip çalışsa; ama
ne gezer. Ortalıkta
“Benceci” İslam
âlimlerinden
geçilmiyor.
Bizim halkımızda bir
alışkanlık vardır
bilirsiniz;
sıkıştığı yerde “bir
hocaya danışalım, o
bilir” der. En yakın
cami hocasına gider
ya da ekranlarda
kütük ağlatan,
anlattıkları
hikâyelerle milyon
dolarları cebine
atan, sakallı,
cübbeli asr’-ı
saadet
taklitçilerine sorar
ve cevabını alır.
Alır almasına da “bu
hoca doğru mu
söyledi?” diye hiç
düşünmez. Konuyu
Kur’an’a arz etmek
zaten huyu değildir.
Aklını kullanmaya
ise hiç gerek
duymaz, zira
başkaları nasılsa
o’nun yerine
düşünmektedir.
Kur’an, “ Allah,
aklını
işletmeyenlerin
üzerine pislik
yağdırır”
demektedir. Ama
kaçımız bu uyarıdan
haberdarız? Öyle ya
hoca bu, yanlış
cevap verir mi?
Bir tarafta Kur’an’ı
doğru anlamak
üzerine verilen
çabalar, diğer
tarafta da yığınlara
“siz bu Kur’an’ı
anlamazsınız. O’nu
ancak, hocalar,
şeyhler, şıhlar,
dervişler v.s.
anlar” ya da
“Kur’an Türkçe
okunursa Kur’an
olmaz, Arapça
bilmeseniz de en
azından Kur’an
okumayı öğrenip
hatim indirin, sevap
kazanın; namazı da
Kur’an ayetlerini
ezberleyip öyle
kılın” dayatmaları…
Derinlik yok,
yüzeysellik var… Bu
daha da vahim bir
durum... Çünkü
Kur’an cahilini,
“cennetin
anahtarını”
vermekle, filanca
partiye oy verirse,
“Allah’ın onu
mahşerde hesaba
çekmeyeceği”
vaadinde bulunarak
kandırmak ve istenen
yöne çekmek/
yönetmek kolaydır.
Bugün hem Türkiye’de
hem de diğer
coğrafyalardaki
İslam ülkelerinde
uygulama tam da
böyledir. Aksi
olsaydı İslam âlemi
bugün dünyadaki
sefalet ve cehalet
haritasının tam
ortasında yer alır
mıydı?
Yeni bir “Kur’an’a
dönüş hareketi”
gerekiyor… Başka yol
yok! Ramazan ayı
bunun için bulunmaz
bir fırsattır diye
düşünsek de bu
Ramazan’da da Kur’an
ne yazık ki yine
göklere çekildi.
İnmedi bize…
Gelin ekranlarda
hikâye olarak
anlatılan ya da
yüzlerce yıl önce
yazılmış hurafe
kitaplarındaki sahte
İslam’ı değil
Kur’an’daki İslam’ı
öğrenmek için çaba
sarf edelim. Kadir
Gecesi bu başlangıç
için en uygun
gecedir. İşe
güvenilir bir Kur’an
tercümesini elimize
alarak ve her
kelimesi üzerinde
düşünerek okumaya
başlayalım.
Bu vesileyle Kur’an
ile dolu bir Kadir
gecesi ve günler
diliyorum. Ülkemizin
ve İslam âleminin
Kadir gecesi bir
kurtuluş ve müjde
gecesi olsun.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 31 Mayıs
2019
Paylaşmak dinin
direğidir
Geçtiğimiz gün,
Gaziantep’in
Şahinbey ilçesinde
bir işsiz kendini
yaktı. Gazetede
çıkan haberde Eyüp
Dal isimli şahıs beş
yıldır işsizmiş.
Çalmadığı kapı
kalmamış. Son olarak
Şahinbey
belediyesinin
“hükümlü kadrosu”
için müracaat etmiş
ancak buradan da
olumsuz cevap almış.
Ailesine yük olduğu
için bunalıma giren
genç adam kendisini
yakarak bu acımasız
dünyadan gitmeyi
tercih etmiş.
Eyüp Dal’ın
kendisini yaktığı
yer Şahinbey
belediyesinin önüydü
ve belediyenin
tabelasının altında
kaderin bir cilvesi
olsa gerek şu
cümleler yer
alıyordu: “
Ramazan-ı Şerifiniz
Mübarek Olsun” (…)
Birkaç yıl önce
İstanbul’un Esenyurt
ilçesinde işsiz bir
genç kendini
yakmıştı. Gencin
kendini yaktığı yer
bir cami önüydü.
Ramazan ayında bir
işsiz kendini
yakıyorsa o
Ramazan’da bir sorun
var demektir. Cami
önünde bir işsiz
kendini yakıyorsa o
camilerde bir sorun
var demektir.
İslam dinini beş
vakit namaza, oruca,
hac’ca, türbana
indirgeyen
geleneksel
İslamcılar,
yüzyıllardır İslam
dininde asıl
omurganın “infak”
yani paylaşmak
olduğunu
gizliyorlar. İftar
sofralarında eşini,
dostunu, zengin
çevresini
ağırlayanlar, o
sofralarda yoksulun,
işsizin hakkı
olduğunu görmek
istemiyorlar.
Her Cuma camiye
giden Müslümanlar,
birlikte saf tuttuğu
insanın durumundan
bihaber sağına
soluna selam veriyor
ve Allah’ın emrini
yerine getirmenin
(!) verdiği gönül
rahatlığıyla çıkıp
gidiyor. Cebinde beş
parası olmayanla,
cebi para dolu olan
aynı camide namaza
duruyorlar ama
birbirlerinden
habersizler. Oysaki
Cuma’nın anlamı,
salt camide namaz
kılmak ve hutbe
dinlemek
değildir.
Cuma’nın asıl
anlamı, borçlunun
borcunu ödemek,
bankaların faiz
zulmünden kurtarıp
özgürlüğüne
kavuşmasına yardım
etmek ki borçlu
insan köle demektir-
evsize ev, işsize iş
bulmak, bekârı
evlendirmek kısaca
bir müslümanın ne
derdi varsa onu
gidermek için bir
araya gelmektir.
Allah’ın hoşnut
olacağı takvayı
gözetmektir. Namaz
bunlar için bir
vesiledir. Yoksa
Allah’ın kılınan
namazlara ihtiyacı
yoktur. Benim, İslam
dininden anladığım
budur…
Ramazan ayının
kutsallığı oruç
tutmakla sınırlı
değildir. Oruç, aç
insanların
düştükleri durumu
anlayabilmek için
duygudaşlık (empati)
yapmanın aracıdır.
Aç bir insanın neler
hissettiğini
anlamadan, iftar
vakti tıka basa
yemek değildir Nefsi
terbiye ederken,
elindekini
paylaşmaktır. “Sana
neyi infak
edeceklerini
sorarlar. De ki:
İhtiyaç fazlasını…”
Ramazan ayında, bir
işsizin kendisini
yakmasını
engelleyemiyorsak
bir şeyler yanlış
gidiyor demektir.
Kur’ân ayında,
Kur’ân’ı hiç
anlamamış, emirleri
yerine getirmemişiz
demektir.
Eyüp Dal ve daha
önce yine işsizlik
nedeniyle kendini
yakanların vebali
toplumun yani
Müslümanların
boynundadır. Bunun
kaçışı yoktur.
Kur’ân bizden ve
bizi yönetenlerden
şikâyetçi olacaktır…
Tülay Hergünlü
İstanbul, 22 Mayıs
2019
Anadolu’da özgürlük
meşalesi 100 yıldır
yanıyor
AKP'li Bursa
Belediyesi, 19 Mayıs
Atatürk'ü Anma,
Gençlik ve Spor
Bayramı’nın 100. yıl
kutlama afişlerine
Atatürk’ü koymamış.
E bize de 19 Mayıs
neymiş, Atatürk bu
mücadelenin
neresindeymiş kısaca
yazmak düştü.
“Tarih kitapları hep
Almanya’nın I. Dünya
Savaşı’nda yenilmesi
ile müttefiki
Türkiye’nin de
yenilmiş sayıldığını
yazar. Ancak bu,
Türk Milleti için
doğru değildir.
Almanların yenilmesi
Türklerin de
yenildiği anlamına
gelmez. En
azından Mustafa
Kemal öyle
düşünmektedir.
Sadrazam İzzet Paşa,
o sırada grup
komutanı olan Alman,
Liman Von Sanders’e,
elindeki tüm grup
komuta ve
koordinasyon
yetkisini Mustafa
Kemal Paşa’ya
devretmesini
bildirir. Bunun
üzerine Mustafa
Kemal Paşa,
devir-teslim töreni
için Adana’ya gelir
ve on bir gün kalır.
(31 Ekim 1918)
Liman Von Sanders
Paşa’nın;
“Yenildik, bizim
için her şey bitti!”
sözüne karşılık,
yetkiyi teslim alan
Mustafa Kemal Paşa;
“Savaş
müttefikler için
bitmiş olabilir ama
bizi ilgilendiren
savaş, kendi
istiklalimizin
savaşı, ancak şimdi
başlıyor.”
karşılığını verir.
İşte bu sözler,
Adana’ da Kurtuluş
Savaşı’nın ilk emri
olarak kabul edilmiş
ve tarihe geçmiştir.
Mustafa Kemal
haklıdır; Türk
kurtuluş savaşı yeni
başlamaktadır.
1919
yılına gelindiğinde
Mustafa Kemal artık
kararını verir.
Kurtuluş hareketini
Anadolu’dan
başlatacaktır.
Bandırma Vapuru ile
İstanbul’dan
ayrılır; 19 Mayıs
19l9 sabahı Samsun’a
ayak basar. 22
Mayıs l919 tarihinde
ise Sadaret’e bir
rapor göndererek
şöyle der: “…
Millet yekvücut olup
hâkimiyet esasını,
Türklük duygusunu
hedef kabul
etmiştir. Artık
yaydan çıkan ok’un
geri dönüşü yoktur!
Bağımsızlık
mücadelesinin
meşalesi Samsun’da
yakılmıştır.”
Mustafa Kemal,
Amasya’dan
İstanbul’da bulunan
bazı tanınmış
kimselere gönderdiği
ve Millî Mücadele’ye
davet ettiği
mektubunda
kararlılığını şu
cümlelerle vurgular:
“Artık İstanbul
Anadolu’ya hâkim
değil, tâbi olmak
mecburiyetindedir.
Size teveccüh eden
fedakârlık pek
büyüktür. Millî gaye
elde edilinceye
kadar âcizleri
Anadolu’dan ve
milletin sinesinden
ayrılmayacağım ve bu
noktada nihayete
kadar bir millet
ferdi gibi
çalışacağımı millete
karşı mukaddesatım
namına söz verdim ve
hiç bir kuvvet bu
millî karara mâni
olamayacaktır.”
Önce Amasya sonra da
Erzurum ve Sivas’ta
kongreler
gerçekleştirilir.
Amasya Tamimi’nde
ulusal bağımsızlığın
ancak “milletin
azim ve iradesi”
ile sağlanacağı
vurgulanır ve bu
karar bütün dünyaya
ilan edilir. Amasya
Bildirisi ile ülke
çapında bir
direnişin şifreleri
verilmiştir.
Amasya’nın ardından
Erzurum ve Sivas
Kongreleri toplanır.
Her iki kongrede
alınan kararların 1.
Maddesi aynı kararlı
iradeyi
vurgulamaktadır;
“Millî sınırlar
içinde vatan
bölünmez bir
bütündür;
parçalanamaz.”
Sonuç tüm dünyanın
malûmu olduğu üzere
Türk milletinin
İstiklâl savaşıyla
sona erer.
Ne Bursa
belediyesinin
kutlama afişlerinden
Atatürk’ü çıkartma
ne de Çanakkale
zaferlerinde
Atatürk’ü yok sayma
zavallılığı prim
yapmaz. Tarihi
gerçeklerin üzerini
iki kıytırık afiş
ile örtemezsiniz.
Tarih sizi o
karanlık sayfalara
gömer, adınız bile
hatırlanmaz ama
Atatürk, o şanlı
sayfalarda pırıl
pırıl parlamaya
devam eder. Yani
demem o ki; bırakın
artık bu boş işleri
de ülke biraz nefes
alsın. Sıktınız
artık!
*
19 Mayıs Atatürk’ü
Anma Gençlik ve Spor
Bayramımız, kurtuluş
mücadelemizin
başlangıcının 100.
Yılı kutlu olsun!
Gazi Mustafa Kemal
Atatürk ve silah
arkadaşları,
şehitlerimiz; vatan
sizlere
minnettardır. Nurlar
içinde uyuyun.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 17 Mayıs
2019
Nefret eken
nefret, sevgi eken
sevgi biçer
Yeniçağ Gazetesi yazarı Yavuz
Selim Demirağ, evine
girmek üzereyken
arkasından gelen bir
grubun sopalı
saldırısına uğradı.
“Vurun!”, “Meydan
boş değil, öldürün!”
naraları atan
saldırganlar
Demirağ’ın başına ve
yüzüne sopalarla
vurarak ağır bir
şekilde
yaralanmasına neden
oldular.
Saldırganlar,
çalıntı plakalı bir
araç ile olay
yerinden kaçtılar.
Emniyet tarafından 7
kişi olduğu
açıklanan
saldırganlardan 6’sı
yakalandı. (Ne
hikmetse o bir kişi
yakalanamadı.)
Yakalananlar
ifadelerinde:
Trafikte takıştık, o
yüzden dövdük”
dediler.
Savcılık, saldırıya
uğrayan Demirağ’'ın
“hayati tehlikesi
olmadığı”
gerekçesiyle
saldırganları
serbest bıraktı.
Şaşırdık mı? Elbette
hayır!’
Neden mi?
CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu’na
yumruk atan şahıs
ile taş, sopa ve
bıçakla saldıran,
ağır küfürler
savuran kişilerde
savcılık kararıyla
serbest
bırakılmıştı. Linç
olayında koca bir
taşı
Kılıçdaroğlu’nun
aracına fırlatan
kadın ise gözaltına
bile alınmadı.
Kılıçdaroğlu’na
saldıranlar da tıpkı
Demirağ’a
saldıranlarda olduğu
gibi, “Vurun!”,
“Öldürün!”, “Evi
yakın!”, “Sağ
bırakmayın!”
naraları
savurmuşlardı.
Yumruk atan ve AKP
üyesi olduğu
açıklanan Osman
Sarıgün “kahraman”
ilan edilmiş, AKP
Milletvekili aday
adayı ile AKP
Etimesgut Belediye
Başkan aday adayı,
yumrukçunun ellerini
öpmüşlerdi. AKP
Ankara İl Başkanı
ise “Yiğitlerimizi
yedirmeyiz”
sözleriyle
yumrukçuya alenen
arka çıkmıştı.
Yumrukçu ise,
“Devlet
büyüklerimizin
ellerinden öperim”
diyerek sanki
birilerine mesaj
vermişti.
Kılıçdaroğlu’nun
ölümden döndüğü linç
olayında hiç kimse
ceza almamıştı.
Ülkenin Genel Kurmay Başkanı
saldırganlara
“Değerli
arkadaşlarım” diye
hitap etmiş, 82
milyonu kucaklaması
gereken
Cumhurbaşkanı “Gaz
sıkışması var
düşünmek lazım”
demişti. İktidarın
küçük ortağı Devlet
Bahçeli ise, “O
adama yumruk
attıracak ne
yaptın?” sözleriyle
adeta
Kılıçdaroğlu’nun “bu
yumruğu hak ettiği”
imasında bulunmuştu.
Aynı şekilde, 2018
yılında İyi Parti
Genel Başkanı Meral
Akşener’e evinin
önünde protesto
gösterisinde
bulunarak hakaret ve
tehditler yağdıran
15 kişi de serbest
bırakılmıştı.
Son olarak, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın kanser
hastalığı sırasında
ziyaret edip destek
verdiği ve “manevi
kızım” dediği genç
kız, Ekrem
İmamoğlu’na
gönderdiği 20
liralık bağış
dekontunu sosyal
medyada paylaşınca
saldırganların
hedefi haline geldi.
Ertesi gün bir
saldırgan “Sen misin
yürekli” diyerek
kızcağızı kasığından
bıçakladı.
Bildiğimiz kadarıyla
kimliği belli
olmayan saldırgan
hâlâ yakalanamadı.
Tüm bu olaylardan
sonra devlet
büyüklerinin çıkıp,
saldırıları kınayıp,
suçluların
cezalarını çekmeleri
konusunda çağrı
yapmalarını
beklerdik ama olmadı
ne yazık ki!
Suçluların ceza almadığı olaylar
sadece siyasilere
saldırı olaylarında
gerçekleşmiyor.
Sıradan
vatandaşların
birbirini darp
etmeleri,
bıçaklamaları ve
benzeri olaylarda da
suçlular adli
kontrol şartıyla
serbest
bırakılıyorlar. Yani
suç işleyenler elini
kolunu sallaya
sallaya bir başka
suça kadar aramızda
serbestçe
dolaşıyorlar.
Türkiye’de suç,
cezasız kalıyor…
Herhangi birisi sırf
gıcık olduğu için
sudan bir bahaneyle
sizi darp edebilir,
bıçaklayabilir,
hatta ölmenize bile
sebep olabilir.
Sonuçta da savcılık
tarafından serbest
bırakılan suçlu,
size hayatı
rahatlıkla zindan
edebilir.
Hani, “Türkiye bir
hukuk devleti”
deniliyor” ya;
inanmayın...
Türkiye’de hukuk
diye bir şey
kalmadı. Nefret
tohumları en
tepelerden ekildiği
sürece de bu durum
değişmeyecek.
Hukukun olmadığı bir
ülkede adalet
tecelli
etmeyeceğinden hiç
kimsenin can ve mal
güvenliği kalmamış
demektir. Bir
ülkenin Ana
Muhalefet Partisi
Genel Başkanı’nın
can güvenliği yoksa
bir gazetecinin ya
da sıradan bir
vatandaşın can
güvenliğinden de söz
edilemez.
Suçluları birileri koruduğu
sürece bu saldırı ve
darp olayları devam
edecektir.
Adaletin olmadığı
yerde ne haktan ne
hukuktan ne de
sanat, spor ve başka
şeylerden söz
edilemez…
Nefret dilinin bir
an evvel terk
edilmesi hem
toplumun ruh sağlığı
hem de ülke olarak
birlik ve
beraberliğin
pekiştirilmesi için
elzemdir,
zorunludur. Bu görev
en önce siyasilere
düşmektedir.
Sevginin; hak, hukuk
ve adaletin geleceği
günlerde buluşmak
dileğiyle…
Tülay Hergünlü
İstanbul, 13 Mayıs
2019
İstanbul, İstanbul
Dünyanın en büyük
anakentlerinden
birisidir İstanbul.
16 milyonluk
nüfusuyla bazı
ülkelerin birkaç
katı nüfusa
sahiptir. Doğu ile
Batı’yı, Asya ile
Avrupa’yı
birleştiren
konumuyla insanların
gün içinde kıta
değiştirdiği tek
şehirdir. Eşsiz
güzelliği ve coğrafi
konumuyla
yabancıların
iştahını kabartan,
üzerinde binbir emel
beslenen İstanbul…
Roma İmparatorluğu,
Bizans İmparatorluğu
ve Osmanlı
İmparatorluğuna
başkentlik yapan,
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
finans merkezi
İstanbul…
Hani şair demiş ya;
“Sana dün bir
tepeden baktım ey
aziz İstanbul/
Görmedim gezmediğim,
sevmediğim hiçbir
yer”
Ben de bir gün
boyunca İstanbul’a
tepeden, denizden,
pek çok yerden
baktım ve gördüğüm
manzara içimi
acıttı, yüreğimi
kanattı… Benim
çocukluğumun,
gençliğimin
İstanbul’u bu
değildi.
İstanbul, lime lime
edilmiş sokakları,
vücudunun her yerine
hançer gibi
saplanmış
gökdelenleri, betona
terk edilmiş
yemyeşil tepeleri,
sefaletin kol
gezdiği meydanları,
dilencilerin mesken
tuttuğu köşeleri;
Suriyelisi,
Pakistanlısı,
Senegallisi,
Kenyalısı,
Afganistanlısı,
Bangladeşlisi ile
yabancılaşmış,
özellikle de
Araplaşmaya başlamış
bir şehir…
Özal’lı yıllarda
başlayan
yabancılaşma olgusu,
günümüzde zirveye
çıkmış. Dilimize
karışan İngilizce
kelimelerle
melezleşen bir
Türkçe’ye karşı
çıkarken, şimdilerde
her yerde Arapça
hâkim olmuş.
Tabelalarda Türkçe
ve İngilizcenin yanı
sıra üçüncü bir dil
olarak Arapça yer
almış. Toplu taşıma
araçlarında seyahat
ederken kendimi
yabancı bir ülkede
gibi hissettim.
Neredeyse Türkçeden
çok Arapça
konuşuluyordu.
Suriyeli dilenci
çocukların sefaleti,
Eminönü’nde
çöplerden
topladıkları
yiyecekleri yemeye
çalışan bir ailenin
görüntüsü… Üstü başı
dökülen insanlar…
Parklara, yol
kenarlarına yayılan,
olmadık yerlerde
piknik yapmaya
çalışan aileler…
Bavul ticareti
yapanlar, köprü
üstlerinde ya da
kentin en kalabalık
yerlerinde aksesuar
satmaya çalışan
Afrikalılar… Sadece
gözleri görünen kara
çarşaflar içindeki
kadınlar; beyaz
sarıklı, şalvarlı,
kaba sakallı
erkekler… Başlarında
koyu renk fesli,
(tepesinde Fatih’in
tuğrası işlenmiş)
şalvarlı, uzun
gömlekli çocuklar ki
bir cemaat mensubu
oldukları ve burada
eğitim (!) aldıkları
çok belli… Sefalet
ile ters orantılı
lüks araçların
kilitlediği, felç
olmuş bir trafik…
Kargaşa, gürültü,
patırtı…
Ticarete kurban
edilmiş tarihi
mekânları… Özentisiz
dükkânları, her köşe
başına dikilmiş dev
alışveriş
merkezleri… Koca bir
otoparka
dönüştürülen Beyazıt
Meydanı… Özünden
koparılmış Çınaraltı…
Siyasi
operasyonlarla
meydan vasfını
yitirmiş Taksim…
Tarihinden
koparılmış
görünümüyle İstiklâl
Caddesi… Yemyeşil
tepeleri betona terk
edilmiş Boğaz…
Anadolu insanından
yoksun kalmış
Haydarpaşa…
Arkasından sırıtan
üç sevimsiz yapının
sinsice kucakladığı
muhteşem
Süleymaniye… Tarihi
yarımadanın
gökdelenlere kurban
edilen yüzlerce
yıllık silueti… Her
taraftan fışkıran
dev yapıları ile
nefes almaya çalışan
bir şehir…
İstanbul, bütün
vücudu saldırıya
uğramış, her
yerinden bir parça
koparılmış, yüzü
gözü birbirine
karışmış, o güzelim
boyaları dökülmüş,
mücevherleri
çalınmış soylu ve
çok güzel bir kadın
gibi ayakta kalmaya
çalışıyor. O
muhteşem güzelliği
yara bere içinde
olsa da yobazlığa,
açgözlülüğe,
acımasız talana,
hoyrat ellere meydan
okuyor.
Ah güzel İstanbul…
Bizim İstanbulumuz…
“Ömrüm oldukça,
gönül tahtıma
keyfince kurul!/
Sade bir semtini
sevmek bile bir ömre
değer.
Senden asla
vazgeçmeyiz
İstanbul… Ne bugün
ne de yarın…
Tülay Hergünlü
27 Nisan 2019
Dünya’da çocuklara
armağan edilen tek
bayram
“Küçük
hanımlar, küçük
beyler. Sizler
hepiniz, geleceğin
bir gülü, yıldızı,
ikbal ışığısınız.
Yurdu asıl aydınlığa
boğacak olan
sizsiniz. Kendinizin
ne kadar mühim ve
kıymetli olduğunuzu
düşünerek, ona göre
çalışınız. Sizlerden
çok şey bekliyoruz”
Mustafa Kemal
Atatürk
“Türkiye, dünyada
çocuklara bayram
armağan eden tek
ülkedir. Burada 23
Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk
Bayramı’nın kısa
hikâyesine yer
vermek istiyorum.
Atatürk TBMM’nin 23
Nisan 1920’deki
açılış tarihini,
çocuklara bayram
olarak armağan
etmiştir. İlk
kapsamlı “Çocuk
Bayramı” kutlamaları
1927’de Atatürk’ün
himayesinde
gerçekleştirilir.
Hikâyesi şöyledir:
1921’de
Atatürk’ün
talimatıyla Himaye-i
Etfal Cemiyeti (HEC)
kurulur. Cemiyet’in
amacı Millî Mücadele
sırasında savaşta
yetim kalmış
çocuklara bakmaktır.
Aynı yıl Atatürk,
HEC’in korumalığını
da üstlenir. 23
Nisan 1923’ ten
itibaren HEC, yetim
ve öksüz çocuklar
için yardım
toplamaya başlar. 23
Nisan’ın çocuk
bayramı olmasını
isteyen Atatürk,
yardım
faaliyetlerine
destek verir.
23 Nisan
başlangıçta sadece
“Millî Bayram”
olarak kutlanır.
Saltanat
kaldırılınca da
Hâkimiyet-i Milliye
Bayramı olarak ilan
edilir. 1925 yılına
gelindiğinde 23
Nisan, Millî
Bayram’ın dışında
“Çocuk Günü”,
1926’dan itibaren de
“Çocuk Bayramı”
olarak kutlanır.
Atatürk, çocuklara
arabalarından birini
tahsis eder ve
Cumhurbaşkanlığı
bandosunun çocuklar
için konser
vermesini temin
eder. Bu yıl
cemiyetin
binalarından birine
“Çocuk Sarayı” adı
verilir ve bir de
çocuk balosu
düzenlenir. Baloya,
İsmet İnönü’nün
çocukları da
katılırlar.
1929 ve
sonraki yıllarda
23-30 Nisan haftası
“Çocuk Haftası”
olarak anılacaktır.
1933 günü
etkinlikleri
sırasında, Atatürk
çok zarif ve anlamlı
bir davranışta
bulunacak; çocukları
makamında kabul
ederek bir çocuğu
yerine oturtacaktır.
Atatürk’ün bu
davranışı sonraki
yıllarda bir gelenek
halini alacaktır.
1935’te bayram,
“Ulusal Egemenlik
Bayramı” olarak
adlandırılacak,
1981’de kabul edilen
bir kanunla da “23
Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk
Bayramı” olarak
birleştirilir.
1979
yılında 23 Nisan
Çocuk haftası,
“Uluslararası Çocuk
Yılı” olarak ilan
edilir, 1980 yılında
da Ankara’da, bütün
illerden gelen
çocukların katılımı
ile Ulusal Çocuk
Parlamentosu
oluşturulur ve
Türkiye Radyo
Televizyon (TRT)
kurumu komşu
ülkelerden çocukları
törenlere davet
eder. “
Bugün,
Ulusal
egemenliğimizi ilan
ettiğimiz TBMM’ nin
kuruluşunun 99.
Yılını kutlayacağız.
Bu yıl aynı zamanda
da 19 Mayıs 1919’da
Türk kurtuluş
meşalesinin
yakılışının 100.
Yılını kutlayacağız.
İnşaAllah 2023
yılında da
Cumhuriyetimizin
100. Yılını
kutlayacağız. Ne
mutlu bize ki böyle
kutlu günlere
sahibiz. Bize bir
vatan bırakan
Mustafa Kemal
Atatürk ve silah
arkadaşlarına şükran
borçluyuz.
23 Nisan
Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramımız
kutlu olsun!
Tülay Hergünlü
İstanbul, 23 Nisan
2019
İstanbul
kazandı, Türkiye
kazandı
31 Mart yerel
seçimlerinde Cumhur
İttifakı (AKP-MHP)
başta Ankara ve
İstanbul olmak üzere
elindeki büyük
şehirlerin belediye
başkanlıklarını
kaybetti. Seçim
kampanyasında
özellikle İstanbul
ve Ankara
adaylarının üzerine,
Cumhurbaşkanı ve
bakanları boyutunda,
arkalarına devletin
tüm imkânlarını da
alarak bütün
güçleriyle
yüklendiler. İzmir
adayı Tunç Soyer’e
babasının üzerinden
vurmaya çalıştılar,
tutmadı. Ankara
adayı Mansur Yavaş’a
“sahte senetle
tahsilât yapmaya
çalıştı” iddiasıyla
acımasızca vurmaya
çalıştılar, olmadı.
İstanbul adayı Ekrem
İmamoğlu’na atacak
çamur bulamadılar.
“Kenar-köşe bir
ilçenin belediye
başkanı” diyerek
küçümsemeye
çalıştılar, tersi
oldu; İmamoğlu
büyüdükçe büyüdü. O
küçümsedikleri
Beylikdüzü ilçesi,
İstanbul’a belediye
başkanı çıkardı.
Sonuç olarak 25 yıl
sonra İstanbul ve
Ankara el
değiştirerek Millet
İttifakı’na (CHP-İyi
Parti-SP) geçti.
31 Mart seçimlerinin
en önemli özelliği,
hiçbir adayın,
Cumhurbaşkanı’nın
sert ve kırıcı
sözlerinin
yörüngesine
girmemesiydi.
Erdoğan’ın o sert
üslubunun yarattığı
çekişmeci ve kavgacı
kulvara hiçbir
Millet İttifakı
adayı prim vermedi.
Bu kez hesap
tutmadı. Seçimlere
çok iyi hazırlanmış
ve sandıklara hâkim
bir CHP,
kazanmalarına izin
vermedi. Oylarına
sahip çıkan Ekrem
İmamoğlu ve binlerce
Millet İttifakı
mensubu, oy
çuvallarının başında
günlerce nöbet
bekledi. CHP,
İstanbul’a
gönderdiği 120
milletvekili ile
adeta çıkarma yaptı.
Tüm bunların yanı
sıra seçim
kampanyası boyunca
sergilenen sakin ve
kucaklayıcı bir
üslup, dürüstlük,
edep, kararlılık ve
güleryüz ile verilen
mücadele ile
seçimler kazanıldı.
Devasa pankartlar
değil, mütevazı
afişler gönülleri
fethetti. Kibir
değil, tevazu
kazandı.
AKP seçimleri
kaybetti
kaybetmesine ama bir
türlü kabullenemedi.
İstanbul adayı
Binali Yıldırım daha
sandık sayımları
bitmeden “3 bin
870 oyla biz
kazandık” dedi.
Anadolu Ajansı’nın
yaptıklarını yazmaya
kalksak sayfalar
dolar. 17 gün
boyunca küçük ortağı
MHP ile
yapmadıklarını
bırakmadılar.
Cumhurbaşkanı, “Bunlar
topal ördek”, “ilçe
seçim kurulları
bizim elimizde, ben
daha 4,5 yıl
görevimin başındayım”
diyerek, yeni
seçilen başkanlara
adeta “sizi
çalıştırmayacağım”
mesajı verirken, AKP
tabanına da moral
enjekte etmeye
çalıştı. Oysaki bir
Cumhurbaşkanı
partili bile olsa
tarafsız olmalı ve
tüm Türkiye’nin
cumhurbaşkanı
olduğunu dosta
düşmana
göstermeliydi ama
olmadı...
İstanbul’u vermemek
için her yolu
denediler. Maltepe
ilçesinin oylarını
tekrar tekrar
saydırdılar. Ekrem
İmamoğlu’nun
kazandığının
açıklanmaması için
Maltepe’deki sayımı
ağırdan aldılar. AKP
ve MHP’ liler birlik
olup salon bastılar
ve iki kez sayımı
durdurdular. Seçim
öncesinde muhalif
basında neredeyse
hergün çıkan “sahte
seçmen kaydı”
uyarısına kulak
tıkamışlardı.
Seçimleri kaybedince
polis marifetiyle
Büyükçekmece’de
sahte seçmen avına
çıktılar. Evlerde
arama yapıp,
vatandaşları
tedirgin ettiler.
Çocuklara bile oy
kullanıp
kullanmadıkları
sorusunu sordular.
Bu iddia tutmayınca
bu kez “kısıtlı
seçmenlere,
hükümlülere ve
ölülere oy
kullandırıldı”
iddiasıyla üç bavul
dolusu evrak ile
İstanbul
seçimlerinin iptali
için YSK’ ya
olağanüstü itirazda
bulundular. Oysaki
YSK Başkanı Sadi
Güven, Ocak ayında “Mükerrer
seçmen de sahte
seçmen de hayali
seçmen de yok”
diye açıklama
yapmıştı.
Ne yaptılarsa Binali
Yıldırım öne
geçemedi ve en
sonunda 17 Nisan
2019 günü Ekrem
İmamoğlu’na mecburen
İstanbul Büyük Şehir
Belediye Başkanı
olduğuna dair
Mazbata’yı vermek
zorunda kaldılar.
(Olağanüstü itiraz
ile ilgili hukuki
süreç hâlâ devam
ediyor. Her an her
şey olabilir.) Bu
arada, olur da
İstanbul seçimleri
yenilenir ve
İmamoğlu’nun
mazbatası elinden
alınırsa bu kez
İstanbul, İmamoğlu
lehine tabiri caiz
ise tulum çıkarır.
Bizden
söylemesi…2023 ‘deki
Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde ne olur
orasını da Allah
bilir…
31 Mart seçimleri
Türkiye’ye bir lider
kazandırdı. Belki de
50 yıl sonra ilk kez
böyle bir lider
ortaya çıktı.
Kucaklayıcı ve
birleştirici,
gözlerinin içi gülen
Ekrem İmamoğlu;
kararlı ve bir o
kadar da çetin
ceviz…
“Binali
Yıldırım’ı Türkiye
tanıyor, dünyayı
tanıyor, biliyor.
Bay Ekrem, sen
nereyi tanıyorsun ya!”
demişlerdi ama 17
gündür mazbatayı
vermemek için
yaptıklarıyla Ekrem
İmamoğlu’nu bizzat
kendi elleriyle önce
Türkiye’ye sonra da
tüm dünyaya
tanıttılar. Her
türlü hakareti
yağdırdıkları ÇYDD
Derneği Başkanı
Türkân Saylan’ın
adını taşıyan
salonda İstanbul’u
kaybettiler. İlahi
adalet bu olsa
gerek… Artık yeni
bir döneme girdik.
Türkiye’nin
kaybedecek bir ânı
bile yoktur. Çok
zaman kaybedildi.
Artık rant
belediyeciliği
değil, ülke
menfaatlerinin
korunduğu dürüst ve
şeffaf belediyecilik
dönemi başlamalıdır.
Mümkünse belediye
binalarına
bilançolarını
gösteren tablolar
asılmalı, vatandaş,
yaşadıkları
belediyelerin,
gelir-gider ve borç
durumlarını
bilmelidir. Belediye
meclislerindeki
tartışmalar
ekranlardan canlı
olarak
yayınlanmalıdır.
Türkiye’de yıllardır
ayrıştıran ve
aşağılayan bir
siyaset diline maruz
kalarak büyük gönül
kırgınlıkları
yaşandı. Artık
nefret değil sevgi
sözcüklerini duymak,
herkesi kucaklayan
bir siyasi yapı ile
yaşamak istiyoruz.
Bu konuda İBB
Başkanı Ekrem
İmamoğlu’nun başı
çekeceğinden hiç
şüphemiz yok.
Bir şeyi daha
eklemeden
geçemeyeceğim;
Bugüne kadar AKP’li
belediyeleri nasıl
eleştirdiysek,
Millet İttifakı’nın
belediyelerini de
olası bir
yanlışlıkları
durumunda aynen
eleştireceğimizi
bildirmek isteriz.
Zira bizler, “bizim
belediye
başkanımızdır, ne
yaparsa
kabulümüzdür”
zihniyetini
reddediyoruz.
Doğrunun yanında
duracağız…
Bu vesileyle başta
Ekrem İmamoğlu olmak
üzere ayrım yapmadan
tüm belediye
başkanlarımıza yeni
görevlerinde
başarılar diliyoruz.
Hepsinden dürüstlük
ve şeffaflık
bekliyoruz. Bu ülke
hepimizin…
Tülay Hergünlü
İstanbul, 18 Nisan
2019
Çanakkale gerçeği
“1915
yılına
gelindiğinde
Türk askeri pek çok
cephede
savaşmaktadır.
Kafkas (Doğu)
cephesi, Filistin
cephesi, Hicaz
cephesi, Yemen
cephesi ve Irak
cephesi… Avrupa’da
ise Galiçya,
Makedonya ve Romanya
cephelerinde,
Anadolu evladının
kanı akmaya devam
etmektedir. Bir
cephe daha vardır
ki, hem önemlidir
hem de özeldir;
Çanakkale cephesi.
Önemlidir çünkü
Emperyalist
ülkelerin Türkiye
üzerindeki
planlarının ilk
bozulduğu yerdir;
özeldir çünkü
Mustafa Kemal’in,
tarih sahnesinde
adını duyurduğu ilk
cephedir.
‘18 Mart’ta,
Çanakkale Boğazı’nı
geçmeye teşebbüs
eden İngiliz
donanması, ağır bir
zayiat vererek geri
çekilir.
Çanakkale’nin
geçilemeyeceği
anlaşılır. 25
Nisan’da ise
İngilizler,
Seddülbahir ve
Arıburnu bölgesinde
çıkarma hareketine
başlarlar. Mustafa
Kemal, düşmanın
Kocabağ ile
Kabatepe’yi ele
geçirerek, Eceabat
ve Kilitbahir yolunu
açmak oradan da
İstanbul’a ulaşmak
için Arıburnu’na
asker çıkardığını
anlamıştır. Haritada
Kocadağ’ı
göstererek, “Bu
kütle Gelibolu
Yarımadası’nın
kilididir. Burası
ele geçerse savaş
daha başlamadan
biter!”
der ve tarihin
akışını değiştirecek
kararını verir.
Arıburnu’na
yetişecek, düşmana
taarruz edecektir.
Suçlu görülebilir,
mesleğinden
uzaklaştırılabilir,
hatta idam bile
edilebilirdi. Ama o
aldırmaz; hareket
eder ve 27. Alay’ın
sağ yanının gerisine
yetişir. Yalnız 27.
Alay değil, yalnız
Arıburnu değil,
Boğaz; dolayısıyla
da İstanbul
kurtulmuştur. Alman
Komutan Limon Von
Sanders, izinsiz
hareket eden Mustafa
Kemal’in ne korkunç
bir felaketi
önlediğini,
kendisini bir gün
içinde, yenilen bir
ordunun komutanı
olmaktan
kurtardığını
unutmayacaktır.’
Düşman kuvvetleri,
Mustafa Kemal
komutasındaki 19.
Tümen kuvvetlerinin
taarruzu ile geri
çekilmeye mecbur
edilir. Düşman
çıkarması 26 ve 27
Nisan günleri de
devam eder; ne var
ki Mustafa Kemal
komutasındaki Türk
askerinin destan
yazan savunması
karşısında başarısız
olurlar.
Düşmanın 6
Ağustos’ta takviyeli
kuvvetlerle
başlattığı
taarruzlar ve
Anafartalar
bölgesine asker
çıkararak bu
bölgeden ilerleme
girişimleri de
Mustafa Kemal’in o
eşsiz askerî dehası
ile aldığı önlemler
sayesinde gelişme
imkânı bulamaz. 9 ve
10 Ağustos’ta,
Anafartalar
bölgesinde ve
Conkbayırı’nda
İngilizlere taarruz
edilerek düşmana
ilerleme fırsatı
verilmez ve tekrar,
çıkarma yaptığı
kıyılara geri
itilir. Nihayetinde
ise İngilizler,
19/20 Aralık gecesi
sessiz sedasız
Çanakkale’yi tahliye
ederler.
Çanakkale
geçilememiştir…
Çanakkale zaferleri
sonrasında albaylığa
terfi eden Mustafa
Kemal,
Anafartalar’da
gösterdiği üstün
başarıdan dolayı
General Liman Von
Sanders’in emri ile
“Anafartalar Grubu
Komutanlığı”na
getirilir. “Harp
Madalyası”
Anafartalar Grubu
Komutanlığı’ndaki
benzersiz başarıları
nedeniyle “Muharebe
Gümüş Liyakat
Madalyası” ve
“Muharebe Altın
Liyakat Madalyası”
na layık görülür.
Çanakkale’de elde
edilen kara ve deniz
zaferleri ile büyük
emperyalist plan
sekteye uğramış;
Boğazlar,
dolayısıyla da
İstanbul ve
Anadolu’nun kapıları
emperyalist
devletlere
kapanmıştır. Ne
zamana kadar?
Mondros Mütarekesi
(Ateşkes Anlaşması)’
ne kadar…
1918 yılı
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
tam teslimiyet
fermanı olan Mondros
Mütarekesi’nin
imzalandığı uğursuz
bir yıldır. Anlaşma,
30 Ekim 1918
tarihinde, İtilaf
Devletleri adına
İngiliz Akdeniz
Filosu komutanı
Amiral Sir Somerset
Arthur Gouch
Calthorpe ile
Osmanlı Devleti
adına Rauf, Reşat
Hikmet ve Sadullah
Beyler tarafından
imzalanır.
İmparatorluğun
başında, son padişah
VI. Mehmet Vahdettin
bulunmaktadır.
İngilizler hiç vakit
kaybetmeden, Musul’u
işgal ederler. (3
Kasım 1918) Ortadoğu
petrollerinin ele
geçirilmesi için ilk
adım atılmış, petrol
zengini Musul ele
geçirilmiştir.
Almanya I. Dünya
Savaşı’ndan yenik
çıktığı için Osmanlı
Devleti de
“yenilmiş!”
sayılmıştır.
…Liman Von Sanders
Paşa’nın;
“Yenildik, bizim
için her şey bitti!”
sözüne karşılık,
yetkiyi teslim alan
Mustafa Kemal Paşa;
“Savaş
müttefikler için
bitmiş olabilir ama
bizi ilgilendiren
savaş, kendi
istiklalimizin
savaşı, ancak şimdi
başlıyor.”
karşılığını verir.
İşte bu sözler,
Adana’ da Kurtuluş
Savaşı’nın ilk emri
olarak kabul edilmiş
ve tarihe geçmiştir.
Mustafa Kemal
haklıdır; Türk
kurtuluş savaşı yeni
başlamaktadır.
Mondros Ateşkes
Antlaşması’nın 7. ve
24. Maddeleri gereği
Türk toprakları
işgal edilir.
Türk’ü Çanakkale’de
teslim alamayanlar,
tek bir adamın,
padişahın attığı
imza ile masa
başında teslim alma
başarısını
gösterirler.
Mütarekeye en sert
tepki, o tarihte
Adana’da bulunan
Mustafa Kemal’den
gelir. Mustafa
Kemal, bu hükümler
aynen uygulandığı
takdirde vatanın
işgal ve istila
edileceğini
bildirerek
yetkilileri uyarır.
İngilizlerin
Musul’dan sonra
İskenderun’a da
asker çıkaracağını
öğrenince, İngiliz
kuvvetlerine karşı
mücadele edeceğini
bildirir. Bunun
üzerine telaşlanan
hükümet, Yıldırım
Ordu grubunu
lağvederek, Mustafa
Kemal’i İstanbul’a
çağırır. Mondros
Antlaşması gereği
itilaf devletlerine
ait büyük bir filo
İstanbul boğazına
girerek şehri işgal
eder. İngiliz
donanmasına ait
zırhlılar toplarını
Dolmabahçe Sarayı’na
çevirirler. Bu
duruma bizzat şahit
olan Mustafa Kemal
yaverine, “Geldikleri
gibi giderler!”
diyecek ve haklı
çıkacaktır.
…
Sonuç olarak
Lozan’da Türkiye’nin
hemen tüm istekleri
kabul edilerek
anlaşma imzalanır.
Öncelikle İstanbul
ve Çanakkale’nin
boşaltılması konusu
İstanbul’daki yüksek
komiserliklere
bildirilir.
İşgalcilerin en geç
altı hafta içinde
Türkiye’yi terk
etmeleri
gerekmektedir.”
Öyle de olur…
*
18 Mart 1915,
tarihte bir dönüm
noktasıdır.
Çanakkale zaferleri,
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti henüz
kurulmadığı için,
birileri tarafından
Türk ordusunun
değil, Osmanlı
ordusunun
emperyalist ülkelere
karşı kazandığı bir
zafer olarak kabul
edilmektedir. Hatta
bazı kafalara göre
Osmanlı’nın son
zaferidir.
Çanakkale’den
sonraki zaferler
kabul edilmez.
İstiklâl Savaşı ise
bunlara göre “yok”
hükmündedir. Oysaki
burada tarih
sahnesine çıkan
Osmanlı paşası, bir
Türk subayıdır ve
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’ni kuracak
olan isimdir;
Mustafa Kemal
Atatürk… Bunu kabul
etmezler.
Tarihi saptırmak,
tarihten Gazi
Mustafa Kemal
Atatürk ve silah
arkadaşlarını
çıkartmak ya da
üstlerini örtmek
isteyenlere inat,
tarihi gerçekleri
yazmaya devam
edeceğiz; bıkmadan
ve usanmadan…
18 Mart 1915,
Çanakkale Deniz
Zaferimiz kutlu
olsun!
Bize bu vatanı
emanet eden, Gazi
Mustafa Kemal
Atatürk ve silah
arkadaşları ile
şehitlerimize
Allah’tan rahmet
diliyorum.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 16 Mart
2019 |
Tanzim
İstanbul’da Çok “M” lerle dolu
market domates, biber,
salatalık, patlıcan, patates ve
soğan’da, tanzim uygulamasına
gitmiş. Bakmış ki müşteriler
meydanlarda kurulan tanzim
çadırlarında, yağmur, kar,
dondurucu soğuk demeden ucuz
sebze almak için sıraya
giriyor, ne yapsın çaresiz;
müşterilerini geri kazanmak için
bu yola başvurmuş.
Sebze reyonlarını geziyorum;
tanzim dışındaki ürünlerde
fiyatlar adeta tavan yapmış.
İndirimli ürünlerden patlıcan ve
salatalıktan 1’ er kilo
diğerlerinden 3’er kilo
alınabiliyor. Söz konusu
ürünlerin üzerinde detaylı
açıklamalar bulunan birer etiket
asmışlar. Domates ilgimi
çekiyor. Satın alma fiyatı 5,25
TL… Üzerine nakliye ve mağaza
giderleri de eklenince fiyat 6
TL’ yi geçmiş. Bu durumda firma
3 TL civarında bir zararla satış
yapıyor. Büyük market olduğu
için buradaki zararlarını
nasılsa diğer ürünlerden telafi
eder düşüncesiyle kendi
ihtiyaçlarımın bulunduğu
reyonlara yöneliyorum.
Alışverişimi tamamladıktan sonra
ödeme yapmak üzere kasaya
geçtim. Önümde birkaç kişi daha
var. Beklerken kasiyerin bir
kadın müşteri ile hafif bir
şekilde tartışması dikkatimi
çekiyor:
Kadın: Bu ürünlerin fiyatı
indirimli, dikkat ediyorsunuz
değil mi?
Kasa da ki kız: Evet, yalnız
domatesi fazla almışsınız.
Kadın: Görevliye sordum, üç kilo
alabileceğimi söyledi.
Kız: Bir kiloya kadar
alabiliyorsunuz.
Kadın: Görevliyi çağırıp sorun!
Kız: Neyse sorun değil.
Kadın bana dönüyor ve: “Bizi
düşürdükleri duruma bakın! Kendi
memleketimizde dilenci olduk...”
diyor.
Ben yaşım gereği çok kuyruklara
şahit oldum. Hatta kendim yağ ve
tüp kuyruğunda beklemişimdir. O
yılları araştırdığımız zaman bu
kuyrukların makul bir nedeni
olduğunu anlayabiliyoruz. Örnek:
Dünyadaki petrol krizinin
Türkiye’ye yansımaları, ABD’ nin
Kıbrıs konusunda Türkiye’ye
uyguladığı ekonomik yaptırımlar
sonucunda yaşanan krizler gibi…
Bir de benim yetişemediğim
“ekmeğin karneyle verilmesi”
olayı var. Hani son günlerde
birilerinin “bu ülkede ekmek
karneyle veriliyordu, karneyle!”
tarzındaki suçlamaları ile
yeniden gündeme gelen olay… O
yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nın
sürdüğünü, İsmet İnönü’nün olası
bir kıtlık ya da Türkiye’nin
savaşa girme ihtimaline karşılık
Konya ovasına gömdürdüğü
buğdayları düşünecek olursak, bu
suçlamaların geçerli hiçbir
dayanağı yok… Üstelik o yıllarda
Türkiye’nin bir buğday ambarı ve
kendi kendisini besleyebilen
yedi ülkeden birisi olduğunu da
unutmamak gerek.
Evet, dedim ya ben yaşım gereği
çok kuyruklara şahit oldum ama
patates ve soğan kuyruğuna
girildiğine hiç şahit olmadım…
Böyle bir olayı rüyamda görsem
hayra yormazdım.
Hadi son yılların indirimli
giyim-kuşam çadırları gibi sebze
çadırları da oluşturuldu
diyelim. Ucuz sebze almak için
vatandaşın kuyruğa girmesini de
bir yerde normal karşılayalım ki
sonuçta bu ülkenin dokuz
milyondan fazla çalışanı asgari
ücretle geçinmek zorunda- peki,
bu kısıtlama ne oluyor? Bu
kuyruklar “yokluk” kuyruğu ve
vatandaş zaten zar-zor
geçinirken evine çuvalla erzak
götürecek hali mi var? Siz
bakmayın birilerinin “bu
kuyruklar varlık kuyruğu”
demesini. Bu kuyruklar bal gibi
de “darlık ve yokluk” kuyruğu…
Biz de vatandaş olarak soralım;
Bu tanzim kuyrukları 17 yıllık
AKP iktidarının, tarım ülkesi
Türkiye’yi getirdiği durumun
çarpıcı bir özeti değil midir?
Marketteki kadın, “Bizi
düşürdükleri duruma bakın! Kendi
memleketimizde dilenci olduk...”
derken, haksız mı?
Tülay Hergünlü
İstanbul, 11 Mart 2019 |
Nefret söylemleri
bırakılmalı
Seçim nedeniyle artık dini mekânlar da
siyasete alet edilir oldu. Camilerde her
fırsatta AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları için
dualar ediliyor. Bu zincire İstanbul, Eyüp
Sultan Camii imamı da katıldı ve İstanbul
Büyük Şehir Belediye Başkan adayı Binali
Yıldırım için şöyle dua etti. “Allah
rızası için... Binali başkanımızın başarılı
olması için... El Fatiha.”
İmamlar elbette dua edebilirler ama imam
şöyle dua etseydi daha birleştirici ve
kucaklaştırıcı olmaz mıydı? “Allah rızası
için… Yaklaşan seçimlerin ülkemize,
milletimize hayırlar getirmesi için… El
Fatiha.” Ama imam ne yapıyor, biraz da
safını belli etmek için AKP adayına adını da
zikrederek dua ediyor, ayrımcılık yapıyor.
Oysaki ibadethanelerde Allah’ın adının
dışında bir ad zikredilemez. İbadethaneler
yalnızca Allah’a ibadet etmek için vardır,
siyaset yapmak için değil.
Eyüp Sultan imamını geçtik de birkaç gündür
sosyal medyada dolaşan bir video var ki,
insanın kanını donduruyor. Burada dua eden
imam kılıklı biri, sözleriyle bölücülüğün en
tehlikelisini sergileyerek AKP’ ye oy
vermeyenleri kâfir ilan ederek şöyle dua
ediyor:
“Ya Rabbi, seçim vardır. Hak ile
Bâtılın savaşıdır. Fazlı Kereminle
reisimiz ve cumhurbaşkanımız Recep Tayyip
Erdoğan ve arkadaşlarına yardım et ya Rabbi!
Bu seçimlerden zaferle çıkmamıza yardım et
ya Rabbi! Her türlü eşyanın şerrinden
kendisini muhafaza eyle!”
Kerameti kendinden menkul şahsa göre “Hak”
dediğinin Erdoğan, arkadaşları ve onlara oy
verenler,” “Bâtıl” dediğinin ise en başta
CHP olmak üzere muhalefet partileri ve bu
partilerin mensupları olan vatandaşlar
olduğu anlaşılıyor.
İmam, duasının devamında hem “ümmete birlik
ve beraberlik” diliyor hem de Erdoğan’a oy
vermeyenleri üstü kapalı olarak “yanlış yola
sapmakla” itham ediyor. Ve duanın en can
alıcı ve tehditkâr noktası da işte bundan
sonra başlıyor:
“Biz biliyoruz ki bu İslam’la küfrün
savaşıdır. Fazlı Kereminle bu savaşta
İslam’ın galip gelmesini nasip eyle!”
Bu kişiye göre Erdoğan ve taraftarları İslam
yani Müslüman, diğerleri, yukarıda
belirttiğimiz kesim küffar yani “Müslüman
olmayanlar, kâfirler”…Neredeyse yüz
99’u Müslüman olan ülkenin yarısını “İslam
dininden olmamakla” itham ediyor.
İmam hızını alamıyor ve duasına devam
ederek, işi iyice azıtma noktasına
getiriyor:
“Ya
Rabbi, kâfir gûruha fırsat
verme! Onlara bir başkanlık, bir muhtarlık
dahi nasip etme!”
Kâfir: “Tanrı'nın varlığını ve birliğini
inkâr eden kimse” demektir. Yani bu fikri
sapkına göre bu ülkenin Erdoğan’a oy
vermeyen kısmı, Tanrı’nın varlığını ve
birliğini hâşâ inkâr ediyor. Onu dinleyenler
de bu duaya canı gönülden “âmin” diyor. Bir
kişi de çıkıp demiyor ki, “Ya hoca, sen ne
dersin? Bu insanlara iftira atmaktasın?
Nereden biliyorsun bu insanların kâfir,
küffar olduğunu? “ Dinleyenler de belli ki
zulüm karşısında susan “dilsiz şeytan”…
İmam burada iki türlü bölücülük yapıyor:
Birincisi İslam adına bölücülük ki PKK
teröründen daha tehlikelidir. İnsanları
“kâfir-müslüman” olarak ayrıştırıp, Allah
korusun, birbirlerine saldıracak hale
getirir ki, İslam adına saldırdıklarını
zannedenler kendilerinin “cihad” yaptığı
zannına kapılıp, en ufak bir pişmanlık ve
vicdan azabı dahi duymazlar.
İkincisi ise insanın özgür iradesine yapılan
bölücülüktür ki burada insanlar, iktidar
dışındaki partili kimliklerini dışa
vurmaktan, bu konuda siyasi fikir beyan
etmekten çekinirler. Hatta korkudan iktidar
partisine oy verirler ki bu insanın özgür
iradesine vurulan acımasız bir darbedir.
Bu imam 40 yıl tövbe edip, 40 hamamda
yuğunsa da attığı iftiranın vebalinden
kurtulamaz. Milyonlarca insanın hakkına
girmiştir ve her birisinden tek tek helallik
almak durumundadır…
Biz işin bu tarafıyla ilgilenmiyor kendisini
Allah’a havale ediyoruz. Ancak bu ülkenin
Cumhuriyet Savcıları’nı da göreve davet
ediyoruz. Bu şahıs, halkı kin ve nefrete
teşvik edip bölücülük yapmaktadır ve bu tarz
bölücülüğün sonucu şiddet içeren eylemlere
kapı aralar. Kim bilir bu şekilde medyaya
yansımayan daha kaç olay vardır bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var ki o da bu şahsın
yargılanıp, adalete teslim edilmesi
gerekmektedir. Biz eminiz ki bu tarz
kişilerden Cumhurbaşkanı’ da rahatsızdır.
Burada elbette en büyük görev Diyanet’e
düşüyor. Diyanet gariban emeklinin
promosyonuyla uğraşana kadar camilerde ki
söylemlere dikkat etmelidir. Camiler, nefret
değil sevgi söylemlerinin yaygınlaştırıldığı
bir eğitim kurumlarına dönüştürülmelidir.
Ama bu Diyanet ile ne yazık ki bu çok da
mümkün görünmemektedir.
Yazıyı rahmetli Prof. Salih Akdemir’in bir
cümlesi ile bitirmek istiyorum:
“…Yeryüzünden barış ve kardeşliğin hüküm
sürmesini istiyorsak, bütün çabalarımız,
sevgiyi insanların kalplerinde egemen
kılmaya yönelik olmalıdır.”
Sonuçta bu bir seçimdir. Kim kazanırsa bu
ülkeye hayır getirsin demekten başka bir
sözümüz olamaz. Ama İslam bir sevgi dinidir.
Nefret dini değildir. Ve Allah, yeryüzünde
bozgunculuk ve fesatlık çıkartanları, din
kardeşlerine iftira atanları sevmez.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 26 Şubat 2019
Domates, biber, patlıcan
ekonomisi
Rahmetli Barış Manço’nun o meşhur şarkısı
“Domates, biber, patlıcan” bugünlerde hayli
revaçta. Nedeni ise şarkının içinde geçen
ürünlerdeki fiyatların önlenemez yükselişi.
İki-üç ay önce 3-5 lira aralığında seyreden
bu sebzelerin fiyatı ne oldu da 15-20 lira
civarına yükseldi, bilemiyoruz. Turfandadesek, değil. Bu sebzeler artık
yaz-kış hem üretiliyor hem de ithal
ediliyor. Hadi sırf bu sebzelerde yükseliş
olsa diyeceğiz ki; “kar yağdı, sel bastı,
aracılar fiyat yükseltti” falan, filan.
Ama öyle değil. Tüm gıda ürünlerinde
fiyatlar tavan yaptı. Çarşı- pazar adeta
yangın yerine döndü. Et-süt, sebze, meyve,
şarküteri, sakatat… Aklınıza ne gelirse
tamamında anormal bir fiyat yükselişi var ve
ne yazık ki önlenemiyor. İnsanların alım
gücü tamamen düştü, yoksulluk had safhada.
Ve ne yazık Türkiye yine, yeni, yeniden bir
seçim telaşına düştü. Varsa yoksa siyaset,
varsa yoksa koltuk… Vatandaşı düşünen yok.
Biz tekrar domates, biber ve patlıcana
dönecek olursak; Bu sebzeler esasında yaz
sebzesi. Domates üretimi, Mayıs ayında
başlıyor ve Eylül ayında sona eriyor.
Patlıcan ve sivri biber de üretim Haziran
ayında başlıyor ve aynı domates gibi Eylül
ayında sona eriyor. Diğer sebzelerden
salatalık, taze fasulye, ıspanak, kabak,
dolmalık biber ve çalı fasulyesi ile taze
fasulye de Mayıs-Eylül aylarında üretiliyor.
Eylül’den sonra tarlalarda bu sebzeleri
bulamazsınız. Bu ayların dışında
tezgâhlarda yer alan söz konusu sebzelerin
tamamı ya ithal yani yabancı üründür ya da
sera ürünüdür. Bu durum meyvelerde de aynı
şekildedir. Yani şu anda fiyatları coşan
domates, biber ve de patlıcan da mevsimin
sebzesi değil…
Uzmanlar mevsiminde tüketilen sebze ve
meyvenin insan ve doğa sağlığı açısından
daha uygun olduğunu belirtiyor. Buna göre;
“Mevsiminde yenen meyve ve sebzenin
besleyici değeri daha fazladır:
Mevsiminde yetişmemiş meyve-sebze, doğa
şartlarıyla işbirliği yapılarak değil,
doğayla mücadele ederek üretildiğinden,
üretiminde hibrid (melez-kısır) tohum,
böcek ilacı ve kimyasal gübre kullanım oranı
daha fazladır. Mevsimsel besinlerin,
antioksidan özellikleri daha fazladır. O
mevsimde insan vücudunun ihtiyacı neyse onu
karşılayacak vitamin ve mineralleri
bünyesinde bulundurur.
Doğa için daha iyidir:
Mevsimsel beslenerek, yerel gıdayla beslenme
şansınızı artırırsınız. Gıdanız uzak
mesafelerden gelmiyorsa, karbon ayak izide
düşük olur.
Daha ekonomik:
Mevsiminde ekilen ve üretilen meyve ve
sebzeler, doğanın katkısıyla büyür, doğaya
rağmen değil. Üretilmeleri daha az girdiyle
sağlanabildiğinden, daha az maliyetlidir.”
Bu açıklamada dikkatimi çeken en önemli
unsur, mevsimsel ürünlere doğanın verdiği
olumlu katkının yanı sıra yerel gıdayla
beslenmede oluşacak olan düşük maliyet ve
daha az zehirlenecek olmamız. Peki, hal
böyle iken, neden ülkemizde seracılık ve
ithal gıda girişlerinde anormal bir yükseliş
söz konusu? Neden dört mevsimde raflarımızı
ithal ve sera ürünleri istila ediyor? İşte
bu sorunun yanıtı geçmişten günümüze bizim
iktidarların hatalı tarım politikalarında,
küresel sermaye ve liberal (serbest piyasa)
ekonomisinde, ABD ve İsrail ile imzalanan
ikili tarım anlaşmalarında ve de AB ile
imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması’nda
yatıyor. Kısaca, “Siz
üretmeyin/üretemezsiniz biz size
satalım/satarız” anlaşmaları Türk tarımını
yok ediyor.
Türk insanının bulduğu her yeşil alana bina
dikmek gibi bir merakı vardır. Hele de bu
alanlar ekilebilir tarım arazileri ise
tadından yenmez. Hepsini imara açar, gelecek
paranın ya da oturulacak modern dairenin
hayalini kurar. Patates tarlalarına bina
diker, depremde tarumar oluruz. Yüzlerce
yıllık zeytin ağaçlarını söker, yazlık
siteler kondururuz. Ne yapacağını bilemeyen
zavallı Türk çiftçisi sütünü sokaklara,
sebzelerini dereye döker; fıstık ağaçlarını
elleriyle keser. Hayvanına yedirecek ot
bulamayan yetiştirici, samanını, bu
yetmezmiş gibi gübresini de yabancı
ülkelerden ithal eder. Şeker fabrikaları
satılan pancar üreticisinin ürünü, alıcısı
olmadığından kar altında mahsur kalır.
Pancar üreticisi yok edilen ülkede Nişasta
Bazlı Şeker (NBŞ) ithalinde kota önce yüzde
10’a çıkartılır sonra da müjde verir gibi
yüzde 2,5’a indirilir. İndirilir
indirilmesine de ne pancar üreticisi ne de
yeterli şeker fabrikası kalmamıştır artık.
Bir ithalat cenneti olan Türkiye’de fıstık,
fındık, üzüm, kayısı ile narenciye dışında
her şey ithal edilmektedir. Tabi canlı
hayvan ve karkas et de…
Geçmişte kendi kendisini besleyen yedi
ülkeden birisi ve bir tarım ambarı iken,
tarım arazileri günden güne yok edilen
Türkiye, Sudan’dan tarım arazisi kiralıyor.
Tarım Bakanı “Sudan’da kiralanan tarım
arazilerinin uzun vadede ihtiyaçtan
kaynaklandığını” belirtiyor ve bu acayip
duruma kendince bakın nasıl bir açıklık
getirmeye çalışıyor:
“"Eğer biz Türkiye olarak, Türkiye’de
tarım yapacaksak ufka da bakacağız. Sudan’da
bize tahsis edilen arazi tüm Türkiye’deki
sulanabilir dâhil arazilerimizin yüzde 10’u
ve bedelsizdir. ABD, Fransa, Çin bunu
kullanıyor da neden biz kullanmayalım. Şimdi
belki yok ama 50 yıl sonra kıtlık, yokluk
olabilir.”
Sen kendi tarım arazilerini bir şekilde yok
et, çiftçiyi borçlandır ve iflas ettir,
sonra da git Sudan’da tarım arazisi kirala…
Sudan da tarım arazisi ücretsiz de
Türkiye’de ücretli mi? Devletin tarım
arazilerine ne oldu? Bu nasıl bir mantıktır,
anlayan varsa beri gelsin!
Tarım’da Türkiye’nin durumu budur. Hal
böyle olunca da domates, biber ve patlıcanın
fiyatlarının füze gibi fırlaması da
normaldir. Peki, vatandaş olarak bizim
yapabileceğimiz bir şeyler yok mudur? Vardır
elbette…
Yerli üretimi desteklemek, sebze ve
meyveleri mevsiminde tüketmek, ithal mallara
itibar etmemek… Biraz da ayağımızı
yorganımıza göre uzatmak. Unutmayalım ki biz
almazsak, satamazlar. Gerisi Allah’a kalmış.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 31 Ocak 2019
|
Borçlanmanın dayanılmaz
hafifliği
Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladı;
“Çok önemli bir sosyal devlet adımı
atıyoruz; Ziraat Bankası, vatandaşın kredi
kartı borçları için kredi verecek.”
Cumhurbaşkanının açıklamasını iktidara yakın
haber kanalları “Son dakika” başlığı altında
şöyle manşetlere taşıdılar:
“Kredi kartı borcu olanlara büyük müjde!
Başkan Erdoğan açıkladı...
Kredi kartı borcunu ödeme güçlüğü çekenler
Ziraat Bankası’ndan alacağı kredi ile uygun
taksitlerle ödeme yapabilecek”
“Birleştiren İhtiyaç Kredisi” adı verilen
sistemde ödeme güçlüğü yaşayan
vatandaşlarımızın kredi kartı borçları tek
bir çatı altında toplanacak ve hangi bankaya
borcu olursa olsun, Ziraat Bankası'ndan
alacağı krediyle bu borcu ödeyebilecekmiş.
Ancak Ziraat’ de bir banka ve o da elbette
kâr edecek. Nasıl mı, işte şöyle;
Banka, vatandaşın borcunu 24 aya kadar aylık
yüzde 1,10, 60 aya kadar yüzde 1,20 faiz
karşılığında yapılandıracak. Kısaca bir
borç, başka bir borçla kapatılacak; üzerine
faiz yükü binerek... Örnek; 4 bin lira kredi
kartı borcu için Ziraat Bankası’na 24 ay
borçlanacak olan bir vatandaşın borcu
yaklaşık olarak 5.100 liraya yükselecektir.
Bir meslek mensubu ve vatandaş olarak bugüne
kadar şahit olduklarımdan yola çıkarsam; en
kötü ekonomik çözümün “borcun, borçla
kapatılması” olduğunu rahatlıkla
söyleyebilirim. İşletmelerde, uzun vade
de firmayı rahatlatması açısından iyi bir
çözüm olabilir ancak vatandaşlar da ağır bir
borç sarmalı olarak kendini gösterecektir.
Asgari ücretle geçinemediği ve biraz da
ayağını yorganına göre uzatmadığı için her
fırsatta cebindeki kredi kartlarına yüklenen
vatandaş, yüksek ihtimalle borç taksitlerini
de ödeyemeyecektir. Hadi ödediğini farz
edelim, elinde para kalmayacağı için yine
kredi kartlarına müracaat etmek zorunda
kalacaktır. Bir taraftan Ziraat Bankası
taksitlerini ödemeye çalışırken diğer
taraftan da borcunu sıfırladığı kredi
kartları ile yeniden borçlanacak ve yeni
borcunun asgari tutarını ödemeye
çalışacaktır. Böyle bir borç sarmalından
kurtulabilecek vatandaşın sayısı çok az
olacaktır.
2019 yılında iğneden ipliğe her şeye yüzde
30 ile yüzde 120 arasında zam gelmiştir.
Resmi enflasyon son 20 yılın en yüksek
seviyesine yükselmiştir. Sokaktaki enflasyon
en az yüzde 30-50 arasındadır. Buna karşılık
asgari ücrete yüzde 26, emekliye yüzde 10
zam yapılmıştır. Ağır bir zam bombardımanı
altında inleyen vatandaş, “müjde” gibi
verilen yüzde 10 indirimler ile ne yazık ki
rahatlamamıştır. Beyaz eşya, mobilya,
otomobil, konut ve benzerlerine getirilen
KDV, ÖTV gibi vergi indirimleri sadece,
kirasını, elektriğini, suyunu, doğalgazını
ödeyip, tenceresini kaynatmak ve çocuğunun
okul masraflarını karşılamak zorunda olan
çaresiz yığınları ilgilendirmemiştir.
“Enflasyonla topyekûn mücadele” hareketi ise
bir “bindirimden indirim hareketi” olarak
hafif bir esinti olmaktan öteye
geçememiştir.
***
“Bu kadar ahkâm kestin ama bir çözümün var
mı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim: Var
elbette… Mademki “Çok
önemli bir sosyal devlet adımı atılıyor”
o halde bankalar alacaklarının bir
kısmından vazgeçsinler ve kalan borçlar da
(geçmişte müteahhitlere yapıldığı gibi)
yüzde 1’ in altında bir faiz oranıyla
taksitlendirilsin. Zamanında kaldırımlara
kurdukları tezgâhlarda vatandaşa, kazancına
bakmaksızın peynir-ekmek gibi kredi kartı
dağıtan ve her yıl binlerce lira “kredi
kartı aidatını” haksız yere ceplerine
indiren bankalar da biraz fedakârlık yapsın.
Onlar da kârlarından indirim yaparak devlete
yardımcı olsunlar. Devlet yaptırım gücüyle
bunu pekâlâ gerçekleştirebilir. Hadi
bankaların çoğu yabancı, kabul etmediler
diyelim o zaman da devlet vatandaşın
borcunun bir kısmını üstlensin. Olamaz mı?
Olur tabii… Cumhurbaşkanı’nın bir “ Eyyyy
bankalar!” demesine bakar.
Bankalara ya da birilerine kaynak yaratmak
için değil, vatandaşı gerçekten de
rahatlatacak müjdelere ihtiyaç var… Ancak en
önemlisi de kredi kartlarından vazgeçip,
“ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız”
gerekiyor. Yoksa tatlı tatlı yemenin acı acı
geğirmesi olacak!
Tülay Hergünlü
İstanbul, 8 Ocak 2019
|
Dilimize, paramıza, malımıza
ihanet ettik
Türk siyasi tarihinde belli kırılma
noktaları vardır. İlki, Atatürk’ün vefat
yılı olan 1938’ dir. Siyaset şaşkına
dönmüştür. Cumhuriyet’in emniyet kilidi olan
İsmet İnönü işbaşındadır ancak onun varlığı
da yeterli olmayacaktır. 1945 yılından
itibaren ABD ve diğer batılı ülkelerle flört
etmeye başlayan siyaset, ufaktan ufaktan
yalpalamaya başlamıştır. Cumhuriyet Halk
Partisi’nin (CHP) içi cadı kazanı gibi
kaynamaktadır. İkinci kırılma 1950 yılında
gerçekleşir. Tek partili dönem, yerini
Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sine
bırakır. Atatürk’ün “ekonomik bağımsızlık”
politikalarını yavaş yavaş terk eden
Menderes hükûmeti, dışa bağımlı bir siyaset
izlemeye başlar. Amerika, “siz üretmeyin biz
size satarız” demiş, bir de üstüne yardım
göndermiştir. Amerikan yardımıyla birlikte
yabancı mallar da piyasaya hâkim olmaya
başlamıştır. Menderes, kalkınmanın önemli
bir koşulu olarak kabul ettiği “kredili
yatırımı” benimsemekte ve ülke hızla
borçlanmaktadır. Halk ise Atatürk’ün ısrarla
üzerinde durduğu “Muasır Medeniyet”
hedefini, Batı taklitçiliği olarak
anlamakta; kültür, sanat ve pek çok konuda
Batı hayranlığı ön plana çıkmaktadır.
Atatürk’ün “Türk, öğün, çalış, güven”
özdeyişi ise yerini Batılı ülkelere karşı
bir aşağılık duygusunun oluşmasına
bırakmaktadır. “Avrupa’da olsaydı şöyle
olurdu, Amerika da olsaydı böyle olurdu”
Atatürk’ün “…Ülkesini, yüksek istiklalini
korumasını bilen Türk milleti dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır”
sözleri ve en büyük devrimlerinden biri olan
Türk Dil Devrimi’ de rafa kaldırılmış,
Türkçe konuşurken araya yabancı kelimeler
alınması moda haline gelmiştir. Türk malları
da giderek yerlerini yabancı mallara
bırakmaktadır.
On yıllık Demokrat Parti iktidarında
Cumhuriyet’in ilk iflası yaşanmış, 1958
yılında borç erteleme isteyen ve elini
kolunu IMF, Dünya Bankası ve ABD’ ye
kaptıran Türkiye’ de 1960 ihtilâli ile
üçüncü kırılma gerçekleşmiştir. Demokrasiye
kısa bir ara verilmiş ancak yeni Anayasa ile
Cumhuriyet’in değerleri büyük ölçüde koruma
altına alınmıştır. Alınmıştır alınmasına da
ülkede artık halk “köylü, şehirli” ya da “
memur-işçi” olarak çoktan bölünmüştür.
Paranız olsa bile eğer halktan biriyseniz
şehir kulüplerinden içeriye adımınızı
atamazsınız…
Sonraki yirmi yılda da siyasi hayat ve
ekonomi bir türlü düze çıkamaz. Artık
Türkiye tam bağımsız değildir. Ekonomisi
bütünüyle dışa bağımlıdır. Türk gençleri ise
“sağcı-solcu”, komünist-kapitalist”, “dinci-
dinsiz” olarak bölünmüş ve birbirlerini
düşman ilan etmişlerdir. Nihayet Türk
siyasi hayatının en büyük kırılmalarından
biri daha gerçekleşir; 1980 ihtilâli... Ordu
yine yönetimi ele almıştır…
1980 ihtilâlinin ardından Turgut Özal
iktidarı- Anavatan Partisi- iş başındadır.
Dünyada Liberal (Serbest Piyasa) rüzgârları
esmektedir. Türkiye’deki siyasi iktidar
hemen kolları sıvar ve ithalat kapıları
ardına kadar açılır. Menderes döneminde
yabancılara petrol arama konusunda verilen
imtiyazlar bu dönem daha da artırılır. Döviz
(yabancı para) kullanımı ve taşınması
serbest bırakılır. İğneden ipliğe her şey
dışarıdan alınmaktadır. Halk, yeni tanıştığı
yabancı mallara büyük bir iştahla
saldırmakta, Çikita muz, Anamur muzunu
piyasadan silmektedir. Köylü artık “milletin
efendisi” değildir. Dövizle alış-veriş
ise çok sevilmektedir. Atatürk’ün
kurdurduğu fabrikalarda yerli üretim yavaş
yavaş durdurulmakta, Batının “özelleştirin”
dayatması ile dev fabrikalar ve Kamu
İktisadi Kuruluşları özelleştirilme
kapsamına alınmaktadır.
Gayrimenkul alım-satım ve kiralama
işlemlerinde Amerikan Doları ile Alman Markı
başı çekmektedir. Sıradan vatandaşın bile
cebinde Türk lirasından çok yabancı para
bulunmaktadır. Yaygın kanı şudur; Tonton
Özal, Türkiye’nin bakış açısını medeni
dünyaya yani Batı’ya çevirmekte ve
Türkiye’ye “çağ atlatmakta” dır... 1958,
1980 ve 1986 yılı ekonomik iflaslarında
yaşananlar ise çoktan unutulmuştur.
Özal vefat etmiş, ekonomi tıkanmıştır. 5
Nisan 1994 ekonomik kararları ile Türk
ekonomisi bir kez daha iflas bayrağını
çeker. Türkiye, koalisyon hükûmetleri ile
tarumar edilirken, ithalat çılgınlığı da hız
kesmemektedir. Dolar karşısında adeta
yerlerde süründürülen Türk lirası kendi
ülkesinde bile rağbet görmemektedir.
Ekonomik kararların ardından ağır iflaslara
neden olan dövizli borçlanmaya dayalı
ticaretten ne iş dünyası ne de vatandaş bir
türlü vazgeçememektedir. Halk, kendi
parasına asla ve asla güvenmemektedir…
1998 yılında uygulamaya konulan sıkı para
politikası ve enflasyonu düşürme programı
ekonomik daralmayı önlemeye yetmez. 1999
yılının Aralık ayında hükûmet ile IMF
arasında yeni bir anlaşma imzalanır ancak bu
da yeterli olmaz. Zaten bıçak sırtında duran
ekonomi, siyasilerin birbirlerine Anayasa
kitapçığı fırlatması ile çığırından çıkar.
Tarih, 21 Şubat 2001’ dir. Adına “Kara
Çarşamba” denilen günde borsa çakılır, faiz
fırlar, firmalar iflas eder ve ABD’ den
ithal edilen Kemal Derviş ile IMF’ nin yeni
bir “güçlü ekonomiye geçiş” programı
uygulamaya konulur.
Türk siyasetinin en büyük kırılması “karşı
devrim” 3 Kasım 2002 seçimleri ile
gerçekleşir. Erken seçim sonucunda siyasi
iktidar değişir ve muhafazakâr görüşlü
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iş başına
gelir. IMF’ nin “güçlü ekonomiye geçiş”
programı yeni hükûmet tarafından da aynen
uygulanmaya devam edilir.
AKP döneminde Cumhuriyet rejimi değişmiş,
yerini tek adamlığa dayalı Cumhurbaşkanlığı
sistemine bırakmıştır. (Türk tipi başkanlık
sistemi). Başbakanlık tarihe karışmış,
Parlamenter sistem büyük ölçüde devre dışı
bırakılmıştır. TBMM’ nin içi konu mankeni
olmaktan öte geçemeyen 600 vekil ile
dolmuştur.
AKP’ nin 16 yıllık ekonomik uygulamaları da
Türkiye’yi düze çıkartmaya yetmemiştir.
İnşaat sektörüne dayalı ekonomide paralar
adeta betona gömülür, müteahhitler zengin
edilir. Dış borç inanılmaz boyutlara
ulaşmıştır. IMF’ ye olan borç ödenmiş ve bir
daha kapısı çalınmamıştır ancak bu dönemde
IMF’ nin yerini uluslararası finans
kuruluşları almıştır.
2018 yılı geldiğinde 3 Kasım 2002
seçimlerinden önce 1.687, 268 TL olan
Amerikan doları, Cumhuriyet tarihinde
görülmeyecek bir hızla yükselerek 12 Ağustos
2018 tarihinde 7,0970 TL’ ye ulaşır. Alman
Markı’nın yerine benimsenen Avrupa para
birimi Euro’da dolara paralel olarak 8 TL
sınırını aşar… Piyasalar yangın yerine
döner, fiyatlar baş döndürücü bir hızla
yükselir. Olan yine vatandaşa olmuştur.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Elinizdeki
dövizlerinizi bozdurun, kira
sözleşmelerinizi döviz cinsinden değil TL
cinsinden yapın” çağrısı ve hatta
bununla ilgili bir de Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi çıkartılması işe yaramaz. Dolar
ilerleyen aylarda ancak 6 TL’ nin altına
düşebilmiştir.
Cumhuriyet döneminin tüm ekonomik değerleri
şeker fabrikaları da dâhil olmak üzere
“babalar gibi” satılmış, üretime dayalı
ekonomik sistem tamamen terk edilmiştir.
Türkiye, samanını ve etini bile dışarıdan
ithal eder hale gelmiştir. İşsizlik kronik
bir hale dönüşmüş, Enflasyon canavarı ise
yüzde 25’lere yaklaşarak yeniden “merhaba”
demiştir.
Geçen yıllarla birlikte soyluların dili olan
Fransızca önemini kaybetmiş yerini İngilizce
almıştır. Sokaklar İngilizce tabelalarla
donatılmakta, firmalar hatta isimler bile
yabancılaşmakta, tabelalarda Türkçenin yanı
sıra İngilizce de yer almaktadır. Konuşma
dilinde bu kez İngilizce kelimeler araya
sıkıştırılmaktadır. Türkçe sevdalısı bilim
insanlarının uyarıları fayda vermemekte,
özel okullarda ve üniversitelerde “yabancı
dilde” eğitim furyası hızla yayılmaktadır.
Türk çocuklarını, yabancı dilde düşünmeye
zorlayan eğitim sistemi giderek tehlikeli
bir zihinsel dönüşüme yol açmaktadır.
Arap ülkelerinin Türkiye’de çok sayıda
gayrimenkul alması ile nüfusu beş milyona
yaklaşan Suriyeli mültecilerin de etkisiyle
Arapça her yerde ağırlığını hissettirmeye
başlamıştır. Artık tabelalar üç dilde
oluşturulmaktadır; Türkçe, İngilizce ve
Arapça. Bu arada özellikle Güneydoğu’da,
“açılım” sürecinde başlatılan Kürtçe tabela
asılması konusundaki serbestliği de
ekleyecek olursak Türkiye’ de resmi Dil olan
Türkçenin yanında üç yabancı dilin daha yer
aldığı gerçeğini görmezden gelemeyiz.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ısrarla işaret
ettiği “muasır medeniyet” seviyesinin
“yabancı hayranlığı” ve “yabancıları taklit
etmek” olduğunu zanneden Türk insanı ne
yazık ki diline, parasına ve yerli malına
ihanet etmiş, etmeye de devam etmektedir.
Millet olarak, ekonomideki yeniden
dirilişin, kendi öz değerlerimize sahip
çıkmakla gerçekleşeceğine inanmak, topyekûn
bir millî uyanışı gerçekleştirmek
zorundayız. Aksi takdirde gelecek günlerin
neler getireceğini tahmin etmek çok da zor
değildir.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 5 Aralık 2018 |
Bindirimden indirim
Dövizin anormal yükselişi sonucunda iğneden
ipliğe her ürüne zam geldi. Öyle böyle zam
da değil; ortalama yüzde 50... Hatta bazı
ürünlerde zamlar yüzde 100’ü geçiyor.
Burada zam detayına girmeyeceğim. Zaten
vatandaş gelen zamların farkında… Ancak,
"Enflasyonla topyekûn mücadele" adı altında
sergilenen “Ali-Cengiz oyununun” farkında
mı, işte onda şüpheliyim.
Oyun şöyle sergileniyor;
Önce
ürünlere yüzde 50-100 arasında zam
yapılıyor, sonra “Enflasyonla topyekûn
mücadele” çerçevesinde bazı yerlerde yüzde
10, bazı yerlerde yüzde 10+ yüzde 30 ya da
yüzde 30+ yüzde 10 indirime gidiliyor.
Geçtiğimiz günlerde kendimizi tutamayarak
güldüğümüz bir olayı anlatayım: Büyük ve çok
ünlü bir süpermarketteyiz. Önceki fiyatının
1,25 TL olduğunu bildiğimiz simit
tezgâhındaki etiketin üzerinde 1,75 TL’nin
üzeri çizilmiş, altına da 1,50 TL yazılmış.
Yani önce simide yüzde 40 zam yapılmış,
sonra da 25 kuruş indirime gidilip fiyatı,
1,50 TL’ ye çekilmiş. Sonuç olarak simide
yüzde 20 zam gelmiş.
Keza peynirde de öyle… Yaz başında 25 TL’ ye
yediğimiz peynirin fiyatının 45 TL’ ye
çıkartılıp ardından da 38 TL’ ye satılması
aldatmacadan başka bir şey değildir.
Önce
yüzde 40-50 hatta yüzde 100 bindirim, sonra
da bindirimden indirim... Kısaca kârdan,
zarar etme…
Yersen yani...
İşin en ilginci ise elektrik, su, doğalgaz
ve benzeri tüketimlerde dövizin iniyor
olmasının bir etkisi bulunmuyor. Yani bu
sektörlerde vatandaştan fatura bedelleri
bağırta bağırta tahsil ediliyor. Sıkıysa
ödeme…
Örnekleri çoğaltabilirim ancak, sayfalara
sığmaz.
Bu durum sadece gıda ürünlerinde değil
elbette. Mobilya, beyaz eşya v.b. tüm
ürünlerde de durum aynı. Devletin Özel
Tüketim Vergisi (ÖTV) ya da Katma Değer
Vergisi (KDV)’ den vazgeçmesi sadece
satıcıya yarar. Zira ürünlerde fiyat aynı
kalacak, ÖTV ve KDV, satıcının cebine
girecektir.
Bu
ülkede 12 TL’ ye limon, 7-8 TL’ ye patates
ve soğan satılmıştır. Hadi doğa ana cömert
davranmadı diyelim, ürünü satın alınmadığı
için karlar altında kalan şeker pancarının
ve pancar üreticisi çiftçinin suçu ne?
10 TL’ ye satılan limonun fiyatı daha sonra
nasıl olmuş da 2-3 TL’ ye inmiştir? Aynı
şekilde soğan ve patates de…
Bugün karşı karşıya kaldığımız fahiş fiyat
tablosu Türkiye’de karaborsacılığın
önlenemez boyutlara yükseldiğinin de bir
göstergesidir. Tarım ve hayvancılığı
bitirilmiş, bankaları ve AVM’ leri
yabancıların eline geçmiş bir ülkede faiz
kazançları ve fahiş kârlar vatandaş
üzerinden küresel efendilerin cebine
transfer edilmektedir. Geçinemeyen
vatandaşın, kredi kartlarına yüklenmesi,
uzun vadeli bireysel kredilere yönelmesi,
yeni doğan bebeklerin bile borç yüküyle
dünyaya gelmesi yanlış ve öngörülemez
ekonomik politikaların bir sonucudur.
Her durumda vatandaş zarardadır…
Vatandaşın cebinden çıkmayan eller
kırılmadıkça, Türkiye rahat bir nefes
alamayacak; borç sarmalından
kurtulamayacaktır.
“Enflasyonla topyekûn mücadele” filan bir
“Ali-Cengiz” oyunudur.
Vatandaş “indirime” gitmedikçe, kendisine
çok daha fazla bindirileceği kesindir…
Topyekûn kandırılıyoruz...
Tülay Hergünlü
İstanbul, 26 Kasım 2018
|
Atatürk
ve umut
10 Kasım 1938. Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikal
edişinin üzerinden tam 80 yıl geçti. O,
ölümünün ardından iktisadi açıdan denk bir
bütçe, sıfır enflasyon ve dış ticaret açığı
olmayan bir ülke, onlarca fabrika, kurum ve
benzeri işletmeler bıraktı. Cumhuriyet’in
ilanından ölümüne kadar (1923-1938) tam
246.431 aileye, toplam 9.983.750 dekar
toprak dağıtıldı. Ne yazık ki hayata erken
veda ettiği için devrimleri yarım kalmış,
arkasından gelen iktidarlar da devrimlerini
onun öngördüğü şekilde hayata geçirmemiş/
geçirememişlerdir…
Atatürk’ün ölümünden sonra iş başına gelen
hükûmetler, Atatürk aleyhine bir cereyan
başlatmışlardır. İlk icraatları; yakın
çalışma arkadaşlarından önde gelen isimleri
hükûmetten ve Meclis’ten uzaklaştırmak
olmuştur.
İkinci icraatları ise
“barış politikası” bahanesiyle Atatürk
döneminde, bizzat Atatürk ile olan
anlaşmazlıkları sonucunda, siyasetten
tamamen uzaklaştırılmış kişi ve gruplardan
kim varsa ki buna Halifeci, Terakkiperverci
ve manda taraftarları da dâhildir, hepsini
geri çağırmışlardır. Atatürk ile her
fırsatta çatışan ve yarışan, bazı durumlarda
Atatürk karşıtlığını düşmanlığa kadar
vardıran muhafazakâr görüşlü Kâzım Karabekir
ile Ali Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın
gibi Atatürk dönemi küskünleri milletvekili
yapılmışlardır.
İşte bu ilk icraatlar,
bugünün Türkiye’sinin yaratılmasının
başlangıcı olmuştur. Neler olmuş kısaca bir
göz atalım:
Atatürk’ün ölümünün hemen ardından
Atatürk’ün bağımsızlık ilkesinden ayrılmaya,
Batı’ya odaklı bir politika izlenmeye
başlanmıştır. Henüz Atatürk’ün vefatının
üzerinden altı ay bile geçmeden Nisan
1939’da ABD ile bir anlaşma imzalanır. Bu
anlaşma ile ABD’ye, ticarî hayatta en fazla
kayırılacak ülke statüsü tanınır. ABD
mallarına ciddi oranlarda gümrük indirimleri
sağlanır. Anlaşma sonucunda “yerli sanayi
ile yerli mal kullanımına büyük bir darbe
vurulmuştur” demek yanlış olmaz sanırız. ABD
ile yapılan bu anlaşmanın yanı sıra
İngiltere ve Fransa ile ittifak anlaşmaları
yapılır.
Türkiye Cumhuriyeti
Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, İngiltere
Büyükelçisine, “Türkiye, bütün nüfuzunu Batı
devletlerinin hizmetine vermiştir!” der.
Saraçoğlu çok haklıdır. O günlerde mahşerin
üç atlısı, ABD, İngiltere ve Fransa’ya
verilen bu imtiyazlar, günümüze kadar
Türkiye’de istedikleri gibi at
koşturmalarına imkân sağlamıştır. Atatürk’ün
vefatının ilk senesi bile dolmadan Türkiye,
Batı devletlerinin kucağına itilmiş, “Siz
üretmeyin, biz size satarız” dayatmasıyla,
sanayisi, tarımı, hayvancılığı
bitirilmiştir. Hepsinden önemlisi de 1946
yılından itibaren Türkiye ile “yakından”
ilgilenmeye başlayan ABD ile 1949 yılında
imzalanan “Fulbright” Antlaşması neticesinde
Türk Millî Eğitim Sistemi’nin temeline âdeta
dinamit konulmuş, Türk çocuklarının eğitimi
ABD’ nin kucağına bırakılmıştır.
“Küçük Amerika olacağız” hezeyanları savuran
o günlerin liderlerinin bugünlere
hazırladığı Türkiye, hiçbir zaman Atatürk’ün
işaret ettiği “Çağdaş Medeniyet” seviyesine
ulaşamamıştır. Çağdaş medeniyeti “Batıcı“
olarak algılamış, dünyada diline, dinine ve
parasına sahip çıkamayan bir ülke konumuna
getirilmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada;
Atatürk’ün dev fabrikaları satılmış,
enflasyon fırlamış, Türkiye yüksek dış
ticaret açığıyla nefes alamaz hale
getirilmiş, küresel ekonomik güçler
tarafından kuşatılmıştır. Modern görünümünün
altında halk, işsizlik, yoksulluk ve
cehaletle savaşmaktadır. Doğmamış çocuklar
bile borçludur. Türkiye özgür değildir.
İğneden ipliğe, samanına kadar yabancı
ülkelere bağımlıdır. Buğday üretememekte,
pamuk ve pirinç tarlaları birer birer yok
olmaktadır. Eğitimi, çapsız bakanların
elinde delik deşik edilmiştir. PKK terörü,
Türkiye’nin başına bela edilmiştir.
Ekranlardan 24 saat din anlatılan ülkede
korkunç bir ahlâki çöküş yaşanmaktadır. TÜİK
ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın verilerine
göre Yolsuzluk, hırsızlık, fuhuş, çocuk
tacizi, uyuşturucu kullanımı artmış, kadın
cinayetlerinde patlamalar yaşanmaktadır. Tüm
bunlar yetmezmiş gibi, yine ABD eliyle
sürdürülen Türkiye’ nin bölünmesi (BOP)
projesi de hız kesmeden devam etmekte,
Türkiye Suriye bataklığından çıkamamaktadır.
İşte Atatürk’ün ölümünün
sonra 80 yılda Türkiye’nin getirildiği durum
budur. Hani o “karanlık dönem” diye
nitelendirdikleri Cumhuriyet döneminde
“karşı devrimcilerin” sürdürdükleri
politikaların bir sonucudur. “Karanlık
dönem” bizzat kendi elleriyle inşa
edilmiştir.
Sözün özü; “Kral çıplaktır!” ve maalesef
halkın yarıdan fazlası bu gerçeğe gözlerini
kapatmaktadır. Gerçeğin farkında olanlar ise
her 10 Kasım’da hayatı bir dakika
durdurmakta ve gözyaşları ile Atasına
koşmaktadır. 80 yıldır, hiç bitmeyen bir
özlem ve umut ile…
Evet, umut… Bizim hâlâ umudumuz var.
Atatürk, devrimleri ile bu ülkeye umut
vermeye devam etmektedir. “Karşı
devrimcilerin” korktukları ise işte bu umut’
tur… Sürekli olarak Atatürk’e
saldırmalarının nedeni de işte bu bitmeyen
umut’tur…
Cumhuriyetimizin
kurucusu, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, ruhun şâd, mekânın cennet olsun!
Vatan sana minnettardır.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 8 Kasım 2018 |
Cumhuriyet nedir?
Cumhuriyetimizin 95. Yılını kutlayacağız. Bu yazıda
Cumhuriyet’in ilanından, bu günlere nasıl geldiğimizden
filan bahsetmeyeceğim.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinden yola çıkarak
“Cumhuriyet nedir? “ sorusunun cevabını vermeye
çalışacağım.
“Cumhuriyet;
Demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir.
Doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden
yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmet şeklidir.
Demokrasi ilkesinin en yeni ve akılcı uygulamasını
sağlayan hükûmet biçimidir.
Özgürlüktür, bağımsızlıktır.
Dayanağı, Türk milliyetçiliği ve Türk topluluğudur.
Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan
idare şeklidir.
Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman
evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl
ve şuurunda kurulmuştur.
Etnik kökeni ne olursa olsun tüm yurttaşlarını Türk
ulusu çatı kimliğinde birleştirmiştir.
Ulusal birliğimizin, huzurun ve toplumsal barışın en
önemli güvencesidir.
Yeni ve sağlam esaslara dayanır.
Milletin efendi olması esastır.
Yeni bir hayatın müjdecisidir.
Hükûmetin millet, milletin hükûmet olduğu bir yönetim
şeklidir.
Erdeme dayanan bir yönetimdir.
Fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak
şartıyla her fikre hürmet edilir.
Düşünce, beden ve bilim bakımından güçlü koruyucular
ister.
Türk milletini, emin ve sağlam bir istikbal yoluna
koyar.
Fikirlerde ve ruhlarda güvenlik yaratır.
İçinde, çürümüş bir hanedan ve halife unvanını yaşatmak
mümkün değildir.
İşgal ettiği mevkiye lâyık olduğunu eserleriyle ispat
eder.
Milletin haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini
medeniyet dünyasına kolaylıkla gösterir.
Zayıf değildir. Bedava da kazanılmış değildir.
Elde etmek için kan döktüğümüz, her tarafta kırmızı
kanımızı akıttığımız, icabında kurumlarımızı müdafaa
için lâzım olanı yapmağa hazır olduğumuz bir sistemdir.
“
Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır,
fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Yükselen yeni nesle ve Türk gençliğine emanet
edilmiştir.”
Ve son olarak Cumhuriyet;
“ Bilhassa kimsesizlerin, kimsesidir.”
*
Elbette Atatürk, gelecekte Cumhuriyet’in başına neler
geleceğini de tahmin edebilen bir liderdi. Bakın daha o
yıllarda nasıl bir tespitte bulunmuş:
“Gelecek nesillerin Türkiye de Cumhuriyetin ilanı
günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında,
‘cumhuriyetçiyim’ iddiasında bulunanların yer aldığını
görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis,
Türkiye’nin münevver ve cumhuriyetçi çocukları, böyle
cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakikî zihniyetlerini
tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir.
“
Ve Atatürk, bu tarihi tespitinin yanı sıra “Türkiye
Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır”
diyerek, ona olan güvenini de vurgulamıştır.
Rahat uyu!
Türkiye Cumhuriyeti yaşanan ve yaşanabilecek her türlü
olumsuzluğa rağmen mesut, muvaffak ve muzaffer
olacaktır; buna mecburdur.
*
Cumhuriyetimizin 95. Yılı kutlu olsun!
Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları
olmak üzere geçmiş ve günümüzün tüm şehit ve
gazilerimize rahmet diliyoruz.
Vatan size minnettardır.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 27 Ekim 2018
Büyük Taarruz ve Malazgirt – Türkler Anadolu’ya ne zaman
geldi?
Bugün 26 Ağustos
1922. Büyük Taarruz’un 96. Yıldönümünü kutluyoruz.
Anadolu elimizden çıkmak üzereyken, Türk milleti
neredeyse son Türk yurdunda tutsak olacak iken, makûs
talihimizin dönüşünün ve Büyük Zafer’e gidişin başlangıç
noktası… Kısaca bahsedelim:
26 Ağustos 1922’ de Afyon’da başlayan ve Başkomutan
Mustafa Kemal’in bizzat yönettiği Büyük Taarruz dört gün
sürdü. Bu sürede Afyon ve Kütahya geri alındı.
Zaferlerin ardından Türk askeri Mustafa Kemal’in
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” emriyle şaha
kalktı ve Uşak, Eskişehir, Balıkesir, Bilecik, Aydın ve
Manisa’yı geri aldı. İşgalci Yunan askerlerine son darbe
9 Eylül’de İzmir’de vuruldu ve Afyon’dan itibaren
kovalanan düşman, İzmir’de denize döküldü.
26 Ağustos tarihi
Türkler için başka bir zaferin daha yıl dönümüdür;
1071’de gerçekleşen Malazgirt Zaferi’nin… Birkaç yıldır
AKP iktidarının Osmanlıcı dayatmasıyla İstiklâl
Savaşı’nı yok sayan Atatürk ve Türklük düşmanı zihniyet,
Büyük Taarruz’un gölgelenmesi için Malazgirt Savaşı’nı
öne çıkartıyor. Malazgirt’ten Osmanlı’ya oradan da
Osmanlı’nın son zaferleri olarak benimsediği Çanakkale
savaşlarına geçiyor. Çanakkale savaşlarının ardından
Cumhuriyet dönemini “reklam arası” olarak kabul ettiği
için direkt olarak AKP’ nin iktidar olduğu yıla atlıyor
ve tarihe 2002 yılından devam ediyor. Ama tarih hiç
unutmuyor ve de affetmiyor…
İlkokuldan
itibaren bizlere Türklerin Anadolu’ya 1071 yılında
Malazgirt Zaferi ile geldiği öğretildi. Buna göre 26
Ağustos’ta Türklerin, Anadolu’ya gelişlerinin 947.
Yıldönümü kutlanıyor. Yani geleneksel tarihçiler
yıllardır böyle diyor. Hal böyle olunca da günümüzün
medyasında Malazgirt Savaşı, “26 Ağustos 1071’de
Malazgirt ovasında meydana gelmiş, Selçuklu Sultanı
Alparslan ve Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen arasında
gerçekleşmiş, Anadolu’nun Türk’lere yeni yurt olmasını
sağlamış olan meydan savaşıdır” şeklinde yer alıyor.
Sanki Alparslan’dan önce Anadolu’da hiç Türk yokmuş
gibi… Oysaki bilim insanları tarafından yapılan yeni
araştırmalar Türklerin Anadolu’ya ilk olarak M.Ö.7. ve
6. yüzyılda geldiklerini gösteriyor. Nasıl mı? İşte
şöyle;
DYAP (Doğu Anadolu
Yüzey Araştırmaları Projesi)’nin proje Başkanı Doç. Dr.
Alpaslan Ceylan, bu tezi savunanlardan birisi ve verdiği
bir demeçte şu açıklamayı yapıyor: “... Erzurum’un
Karayazı ilçesindeki Cuni mağarasındaki kaya
resimlerinde Oğuz boylarına ait bazı damga mühürler yer
alıyor. Kars’ın Kağızman ilçesinde de geçen yıl ortaya
çıkardığımız ve Milattan sonra 4. ya da 5. yüzyıla ait
olduğu tahmin edilen kaya resimleri, runik harfler de
Türk tarihi açısından çok önemli bulgular. Ayrıca
Hakkâri stelleri gibi onlarca tarihî ve kültürel bulgu,
Türklerin Anadolu’ya geliş tarihiyle ilgi önemli
ipuçları veriyor. Atalarımız M.Ö 7. ve 6. yüzyıllardan
itibaren geldikleri Anadolu’da kalıcı olmuşlardır.”
Göktürk
Devleti’nin “ilk Türk adını taşıyan devlet” olduğu
tezini çürüten, Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim
üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Memiş’in açıklamaları da
aynı doğrultuda: “Anadolu Türklerin ikinci yurdu
değildir. Anadolu Türklerin anayurdudur. Anadolu’da
bundan 8 bin yıl önce de Türk devletinin varlığı
belgelerle kendini gösteriyor. Bu yanlış, öğrencilere
öğretiliyor. Elimizdeki metinler M.Ö.2200’lere ait bir
olayı anlatıyor. Akat Kralı Mezapotamya’dan gelmiş.
Fırat nehrini aşarak Anadolu’ya geçmiş. Anadolu’da o
zaman küçük küçük şehir devletleri var. Bu küçük şehir
devletlerinden 17’si Hatti Kralı Pampa’nın önderliğinde
bir araya gelmişler ve Akat Kralı’na karşı vatanlarını
korumak için mücadele etmişler. Bu 17 kraldan biri de
çivi yazılı metnin 15. satırında geçen Türki Kralı İlşu-Nail’di.
Burada geçen Türki kelimesinin Türk olduğuna şüphe yok.
2 bin yıl da buradan koyduğumuzda 4 bin 250 yıl önce
Anadolu’da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor.”
Prof. Memiş, Anadolu’nun en eski sahiplerinden
Hurriler’in devamı olan ve milattan önce binlerde
yaşayan Türki Krallığı’nın “Türk adını taşıyan ilk
devlet” olduğunu vurguluyor.
Dünya tarihini
TÜRK ile başlatan Prof Dr. Kâzım Mirşan’a göre de
Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi 1071’den çok önce.
Şöyle diyor Mirşan; “Türklerin Anadolu’ya gelmeleri
1071’e değil, M.Ö. 7000 yıllarına kadar gidiyor. Çevresi
denizle çevrili Anadolu’yu sürekli besleyen Türk göçleri
buraya sıkışmışlar ve Türk varlığını tesis etmişlerdir.
Oğuzlar Anadolu’ya geldiklerinde karşılarında aynı dili
konuşan pek çok Türk grubu ile karşılaşmış.” Kazım
Mirşan ayrıca Türk Tarihinin, M.Ö 16.000’li yıllara
dayandığını, Başkurdistan’da Şölgentaş Mağarası’nda 16
bin yıllık Türk damgaları olduğunu iddia ederek bir adım
daha ileriye gidiyor ve yazının M.Ö 16.000 yılında
Türkler tarafından icat edildiğini, tüm dünya
alfabelerinin kökeninin Türk alfabesi olduğunu
savunuyor.
Anadolu’nun,
esasında binlerce yıllık Türk yurdu olduğunu Mustafa
Kemal Atatürk’ün sözlerinden de öğreniyoruz.
“Bu memleket, (ANADOLU) dünyanın beklemediği, asla ümit
etmediği bir müstesna mevcudiyetin ‘Yüksek tecellisine’
sahne oldu. Bu sahne en aşağı yedi bin senelik öz Türk
yurdu ve Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla
sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla
yıkandı, O çocuk tabiatın şimşeklerinden,
yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi
oldu, sonra onlara alıştı. Onları tabiatın babası
tanıdı, onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğun
tabiatı oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu.
Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır Türk; Dünya’yı
aydınlatan güneştir.”
Demek ki neymiş;
Türkler Anadolu’ya 1071 yılında değil, binlerce yıl önce
gelmişler ve burayı kendilerine yurt bellemişler.
Defalarca işgale uğrayan yurtları için can vermişler,
kan dökmüşler. Ve nihayetinde de 26 ağustos 1922’ de son
Türk Atası, kurtarıcısı, Mustafa Kemal Atatürk’ün
başkomutanlığında yine can vererek, kan dökerek bu
müstesna toprakları, Anadolu’yu bu kez de Yunan’dan ve
ona destek veren yedi düvelden geri almışlar.
Bugün basında yer
alan bir habere göre, “atlı birliğin liderliğinde,
mehter takımı eşliğinde yürüyecek olan gençler,
Malazgirt kahramanlarıyla 947 yıl sonra aynı coğrafyada
Anadolu’ ya adım atma duygusunu yaşayacaklar” mış! Hadi
canım hadi… Büyük Taarruz ve Büyük Zafer olmasaydı,
senin kutlayacak bir Malazgirt zaferin olacak mıydı? Sen
kendi vatanında sömürge halinde yaşarken, Malazgirt’te
kazandığın zaferin bir önemi kalacak mıydı? Bugün
Malazgirt zaferini kutlayabilmeni de Atatürk’e
borçlusun! Senin Malazgirt Ovasında değil Afyon Ovasında
olman gerekirdi. Sana binlerce yıl yurt olan bu
topraklar orada geri kazanıldı Tarihini bilmezsen sana
dayatılan ve Batı eliyle kotarılan çakma tarihçiler seni
işte böyle uyuturlar.
Uyan Türk! Sen bu
topraklarda binlerce yıldır varsın. Tarihine bir bak!
Ata’nın dediğini unutma; “Türk; Dünya’yı aydınlatan
güneştir.”
Silkelen ve kendine gel!
***
Bu yurdu bize geri veren ve emanet eden Başkomutan Gazi
Mustafa Kemal Atatürk ile binlerce yıldır bu toprağın
altında kefensiz yatan şehitlerimize, gazilerimize
Allah’tan rahmet diliyorum. Vatan size minnettardır.
Tülay
Hergünlü
Çanakkale, 26 Ağustos 2018
Kurban konusu
Yine bir Kurban Bayramını kutlamaya hazırlanıyoruz.
Kurban kesmenin nesi bayram oluyor onu da anlayabilmiş
değilim. Kurban ibadeti kişiyi Allah’a
yaklaştırabiliyorsa şüphesiz o kişi için büyük bir
mutluluk ve bayramdır ama her yıl yaşanan hayvan
eziyetine baktığımız zaman bunun öyle bayram edilecek
bir tarafının olmadığı da belli oluyor. Yine her taraf
kan gölüne dönecek, İstanbul Boğazı kırmızıya boyanacak,
alınan tüm tedbirlere rağmen vatandaş yine kurbanını
uluorta kesmeye devam edecek. Vücuduna saplanmış
bıçaklarla kan revan içinde kaçan danalar, araç
arkasında paket halinde taşınan kurbanlıklar ki yıllar
önce dünya basınında bile yer alan dana Ferhat’ın taksi
içindeki görüntüsünü hâlâ hatırlayanlarımız vardır.
Kurbanlıkları keserken orasını burasını budayan acemi
kasaplar…
Bendeniz bu Kurban konusunu bazı ilahiyat bilginlerinin
açıklamalarından hareket ederek naçizane oturup
araştırdım ve şu bilgileri elde ettim:
Kurban ibadetinin farz olup olmadığı konusunda İslam
âlimleri arasında tam bir ittifak bulunmamaktadır.
Kur’ân çevirileri ya da meallerinde farklılıklar
görünmektedir. Günümüzde bazı ilahiyat bilginleri kurban
konusunda farklı görüşler sergilemektedirler. Rahmetli
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ e göre Kurban kesmek
farz bir ibadet değildir. Bu noktada şöyle diyor Öztürk;
“Kurban kesmek, geleneksel fıkha göre sünnet veya
vacip bir ibadettir. İttifak edilen nokta, kurban
kesmenin farz olmadığıdır. Ülkemizde bu, göz ardı
ediliyor ve kurban farz ibadet gibi algılanıyor. Bu
yanlış algılama doğal olarak art arda birçok yanlışı da
beraberinde getiriyor.” Kuran’da “kan akıtın”emri
olmadığının altını çizen Yaşar Nuri Öztürk ilave olarak
“Kurban farz değil sünnettir. Maddi durumu yerinde
olan kişilere sünnet olan kurban, fakirlere yardım için
kesilmektedir. Kuran'da 'Hayvan kes' diye bir emir
yoktur. Yoksula yardımdan söz edilmektedir” demekte,
bir kişinin kurban sünnetini yerine getirmesi için mali
bakımdan zekât verecek, Hac’a gidecek nitelikte olması
gerektiğini belirtmektedir.
Günümüz ilahiyatçı yazarlarından R. İhsan Eliaçık
kurban konusundaki görüşlerini şu sözlerle dile
getirmektedir; “İslam’da kurban üç mezhebe göre Haca
gidenler tarafından yerine getirilir. Hanefi mezhebinin
içindeki küçük bir gruba göre herkes tarafından
kesilmesi gerekir. Kevser Suresinde ‘namaz kıl, kurban
kes’ dendiği iddia edilir, onun namaz kılmak kurban
kesmekle alakası yoktur. ‘Allah’tan destek iste ve
güçlüklere karşı göğüs ger’ demektir. Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın tercih ettiği görüş, İslam’da Hanefi
mezhebinin içindeki küçük, azınlık, marjinal bir
görüştür. Asıl çoğunluğun görüşü benim savunduğum
görüştür. Türkiye üzerinde kurbanın bu kadar yaygın
olmasının sebebi Kur’ân’ı Kerim’den ve İslam’ dan
kaynaklanmıyor, Şaman kültüründen kaynaklanıyor. Kurban
kesmek isteyenler ki Hac’a gitmesi gerekenlerin yapması
gerekiyor ama illa ‘ben de onlara katılmak istiyorum’
diyorsa kurbanın parasını yoksula, garibe bizatihi kendi
eliyle vermelidir.İhsan Eliaçık bir başka
konuşmasında ise şu açıklamalarda bulunuyor; “Kurban
kelimesi, meallere orijinal Arapça metninde olmadığı
halde sonradan sokuşturuluyor. ‘Kurban’ kelimesi,
‘kurban kes!’ kelimesi ayetlere sokuşturulmuştur.
Kur’ân’ın orijinal metninde ‘Müslümanlar her yıl Allah
için hayvan kanı akıtmalı, kurban kesmeli’ diye bir emir
yoktur.
Prof. Dr. Edip Yüksel
ise; “Kuran’a göre kurban diye bir ibadet yoktur.
Sadece, Hac (uluslararası sorunları tartışma konferansı)
süresince konferanstaki yasakları (avlanma, hırçınlık ve
kavgacılık, kadınlarla cinsel ilişki) çiğneyenler için
öngörülen bir cezadır. Yani konferansa katılanlar içinde
günah işleyenlerin mali bir ceza olarak halkı doyurması
olayından ibarettir. Kurban edilecek hayvanın cinsi
bildirilmemiştir. Duruma göre tavuk bile yeterli
olabilir” görüşünü savunmaktadır.
Kuran araştırıcısı Hakkı Yılmaz’ a göre kurban; “kişiyi
amacına yaklaştıran şey” demektir. İlave olarak
Hakkı Yılmaz şu görüşü savunmaktadır: “Kurban sözcüğü
Türkçe dışında hayvan kesmeye verilen ad değildir.
Hiçbir zaman Hak dinde hayvan keserek, insan keserek
kurban diye bir şey yoktur. Peygamberin hayvan kesimiyle
ilgili nakiller vardır. Onların hepsi de Hac döneminde
Hac görevi içerisindeykendir. 26 tane rivayet vardır
hepsi de Hac’a yöneliktir ve o da hediyedir. Hediye ise
Hac görevi yapan Müslümanların yemesi içmesi için
gönderilen hayvan demektir.”
Akademisyen Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman’a göre ise
kurban, hac vazifesi yerine getirilirken kesilmesi
gereken bir şeydir.
Prof. Dr. Süleyman Ateş;
“Farz değildir ama vaciptir. Kur’an’ı Kerim’de kurban
kesmenin farz olduğunu söyleyen hüküm bulunmamaktadır”
demekte, Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Ali
Bardakoğlu’ nun ise; “Kesin hüküm
bulunmamaktadır. Kurbanla ilgili açık bir hüküm
yoktur... İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu sünnettir
demiştir. Sırf farz olduğu şeklinde yanlış anlama
olmasın diye kurban kesmeyen büyük sahabeler vardır. Hz.
Ömer, Hz. Ebubekir gibi. Durumu iyi olanlar keser. Bu da
sünnet namazı gibi, vitr namazı gibi algılanır”
tarzında açıklamaları bulunmaktadır.
Prof. Bayraktar Bayraklı, Prof. Abdülaziz Bayındır ve
Prof. Mehmet Okuyan gibi ilahiyatçılar ise kurban
kesmenin farz bir ibadet olduğu görüşünü
savunmaktadırlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı ise, “Kurban, Kur'an-ı
Kerim, Sünnet ve icma ile sabit bir ibadettir. Kurbanın
meşru bir ibadet olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de
deliller mevcuttur. Et ve kanların Allah'a
ulaşamayacağının, asıl olanın ihlâs ve takva olduğunun
bizzat âyetin metninde yer alması bunu açıkça ortaya
koymaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, kurbanı bir
ibadet olarak kabul etmiş ve bizzat kendisi de kurban
kesmiştir” görüşündedir.
Burada anlayamadığım bir şey var; Vahyin sahibi Yüce
Allah, “Yemin olsun ki, biz, Kur’an'ı öğüt ve ibret
için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?” (Kamer
54) derken, neden yıllarını Kur’an araştırmalarına
vermiş İslam düşünürleri kurban konusunu (başkası da
var; örnek: başörtüsü) kolaylaştırmak yerine içinden
çıkılmaz hale getiriyorlar? Neden ittifak edemiyorlar?
Ben kurban konusunu kendi akıl süzgecimden geçirerek şu
sonuca varıyorum:
Kurban kesmek farz bir ibadet değildir. Şartların
oluşması durumunda Hac’da yerine getirilmesi gereken bir
yükümlülüktür. Bunun yanı sıra isteyen maddi durumu
müsait ise istediği kadar kesebilir. İnsanların illâ da
kurban keseceğim diye kendilerini zora sokmaları, kredi
kartı ya da banka kredisi ile kurban kesmeye çalışmaları
doğru değildir. Mâli durumu iyi olanların kurban kesmek
yerine bir yoksulun hastane masraflarını, kirasını ya da
ne bileyim çocuklarının eğitim giderlerini
karşılamalarının takva yönünden Allah’ın daha fazla
hoşuna gideceği bir davranış olacağını düşünüyorum. Ülke
ekonomisi yönünden düşünecek olursak; hayvancılığın
ölmeye mahkûm edildiği Türkiye’de her yıl binlerce
hayvanın kurban uğruna yok edilmesi ibadetin amacına
hizmet eder mi sorgulamak gerekir. Kurban derilerinin
iştah kabartan bir rant yaratan piyasasını ve cemaatler
ile kime ya da neye hizmet ettiği belirsiz bir takım
türedi vakıflar tarafından istismar edilmesini de
gözardı etmemek gerekir. Son olarak, Kurban bayramının
amacına uygun bir bayram olarak kutlanmasının, bizim
samimi ve Allah’ın hoşnutluk duyacağı eylemlerimiz ile
mümkün olabileceği kanısındayım. Bu vesileyle herkese
gerçek bayramlar diliyorum.
Kurban bayramınız kutlu olsun!
Tülay Hergünlü
Çanakkale, 20 Ağustos 2018
|